Uyumsuz Karakterlere Odaklanan 10 Fransız Filmi

Uyumsuz Karakterlere Odaklanan 10 Fransız Filmi

Albert Camus’nün tanımını yapmış olduğu uyumsuz insanoğlunun izlerini Fransız sinemasında arıyoruz. Camus’ye gore “Uyumsuz”, neler düşündüğü sorulduğunda kişinin verdiği “asla” cevabının samimi olduğu durumdur. “Makinemsi bir yaşamın edimleri sonundaki bıkkınlık, bilincin devinimini başlatır ve uyanışın arkasından Uyumsuz insanı doğurur.”  Bu tanımı salt doğa ötesi olarak değil, toplumla ya da kişinin kendisiyle yaşamış olduğu uyuşmazlıkların temelinde yanlış bir politika anlayışının yatmış olduğu gerçeğini unutmadan toplumdaki uyumsuz karakterlere odaklanan Fransız filmlerinin bir listesini hazırladık. Bu karakterlerin yaratılış olarak mı yoksa yaşadıkları bir vakayla mı uyumsuz hale geldikleri üstünde fark yapmıyorum. İkisinin de katkısının olduğu açık. Tetikleyici öğe ve doğuştan gelen “içteki ateş”/ fire within olmadıkça uyumsuz oluş lakırdı konusu değil.

1) Fire Within, 1963: Alain Leroy

Louis Malle’nin yönettiği Le Feu Follet (Fire Within, Ateşle Oyun) filminin başrolünde benzer yönetmenin Elevator to the Gallows (1958) filmlerinden de tanıdığımız Maurice Ronet var. Louis Malle’nin en “bireysel” çalışmalardan birisi olarak tanımlanıyor, yönetmenin kendi varoluşsal sancılarını yaşamış olduğu bir döneme tekabül ediyor. Bir arkadaşının intiharı kendisine yazması için esin kaynağı olabilmektedir. Bunun üstünde de emek harcamayı bıraksa da Pierre Drieu La Rochelle’in 1931 senesinde yazılmış Le feu follet isminde kitabını okuması devam etmesini sağlıyor. Kafa karakter Alain Leroy için amatör bir oyuncuyla emek harcamayı düşünse de, daha öncesinden beraber çalmış olduğu Maurice Ronet’i seçiyor. Ronet, Malle’nin alter egosu olmayı kabul etmiş olabilmektedir, Alain Leroy karakteri Ronet’in karakteriyle ne kadar bağdaşmaz olursa olsun, Maurice Ronet en iyi performanslarından birini sergiliyor. Romanda intihar bir kefaret, kişiyi asilleştiren bir olgu olarak karşımıza ayrılırken Louis Malle bunu bir adım ileriye taşıyarak intiharı bir kaçış, gezegeni ve toplumu reddediş olarak yansıtıyor. Yalnız uyumsuzluğun da ötesinde karşımıza bir “tutunamayan” adam portresi çıkarıyor. Kendisiyle obsesif, takıntılı bir karakter olarak Alain Leroy, etrafındaki kitlelerin hayatına hemen hemen asla dokunmamış bulunduğunu düşünüyor. Alkol problemi başlıyor böylece, alkolü bıraktığında ise yerini dolduracak başka bir bilinçsizlik durumu arıyor. Alkolü bıraktığında kendini bulmuş olduğu farkındalık durumu onu intihara sürüklüyor. Ve işte tam da düşüncelerinin kıyısına ulaşmış uyumsuz bir insanoğlunun kuracağı tümce:

REKLAM ALANI

“İnsanları büyülemek, onlara tutunmak, onları kendime sınırlamak arzu ederdim.”

Alain Leroy

2) Un Coeur en hiver, 1992: Stephane

UN COEUR EN HIVER, Daniel Auteuil, 1992

Başrollerini Emmanuelle Beart ve Daniel Auteuil’in paylaşmış olduğu Un Coeur en Hiver (Ayazda Bir kalp), 1992 senesinde Claude Sautet tarafınca yönetildi. Film, Camille (Emmanuelle Beart) ve Stephane’nin (Daniel Auteuil) arasındaki ilişkiye müzik ve felsefe vasıtasıyla odaklanıyor. Stephane, insanlarla münasebet kurma mevzusunda isteksiz, yararsız bulunduğunu düşündüğünden bir aşk veya dostluğun ardında olmayan burjuva bir karakterdir. Stephane’in soğuk bir kalbi olması şeklinde duygusal ya da şizoid kişiliğe haiz olması şeklinde ruhsal bir yorum yapmaktan kaçınarak, onun özetle sevme mevzusunda birden çok insan şeklinde beceriksiz olduğu, şu sebeple sevgiyi yanlış temellerin üstüne oturttuğu açık şekilde ifade edilebilir. “Soğuk” bir insan olarak nitelendirdiğimiz Stephane aslen “uyumsuz”dur. Stephane, kişilere duyduğu gerekseme ve sevgi ile ne yapacağını bilmeyen yabancılaşmış, uyumsuz çağıl insanoğlunun portresi çizer.

3) Malina, 1991: Die Frau

Malina, 1971’de ozan, yazar, denemeci ve çevirmen olan Ingeborg Bachmann tarafınca yazılıp, 1991’de Werner Schroeter tarafınca film haline getirilen postmodern bir hüzünlü filmidir. Isabelle Huppert, anne protogonist karakter olan Die Frau’yu canlandırmaktadır. Die Frau, işgal ve dışlama olgularıyla hayatındaki üç adam tarafınca saldırıya uğramış bir yazardır. Sadece film insan ilişkilerindeki (özellikle hanım adam ilişkileridir bahsettiğimiz) faşizme bir yergi durumunda olduğundan, Die Frau film süresince uyumsuz karakteriyle başa çıkmaya çalışır. Geçmişi yazar oluşunu da kullanarak farklı sembollerle tekrardan canlandırır, bir peri masalı kurar. Sadece bir peri masalı yargısıyla seyrettiğimiz görüntüler de bir uyumsuzun rüya gücünden ileriye götürmez bizi: alıştığımız davranış karakterlerine tıpatıp ahenk sağlamaları en vurucu ve izleyiciyi de yaşamış olduğu dünya ile uyumsuzlaştıran tarafıdır.

4) Betty, 1992: Betty

1992 senesinde Claude Chabrol tarafınca yönetilen merak uyandırıcı türündeki film Betty, Georges Simonen’in romanından uyarlandı. Betty, boşandıktan sonrasında kendisini alkole vermiş bir hanımdır. Film bu kadının yağmurlu bir günde sarhoş haldeyken tanımadığı bir adam tarafınca The Hole isminde bara götürülmesiyle adım atar. Daha sonrasında kendisine muavin olacak bir karı arkadaş (Stephan Audran) edinir. Georges Simonen, film çekilmeden evvel Claude Chabrol ile içki içerken yönetmene plot kısmı olmayan filmlerin azca olmasından yakınmıştır. Bu fikrin yönetmeni Betty’i çekerken etkilediğini müşaahade ediyoruz. Betty’i canlandıran Marie Trintignant’ın yüzüyle karşılıyor bizi Chabrol, sarhoş hali ve ardı ardına yaktığı sigaralarla Betty’nin bizlere anlatacak bir hikayesi bulunduğunu müşaahade ediyoruz. Film izleyicinin Betty’nin uyumsuz kişiliğine duyduğu bu merak ve merak uyandırıcı ögeleriyle kendisine çekiyor.

5) La Meilleure Façon de Marcher, 1976: Marc ve Philippe

Claude Miller’in cinsel kimlik arayışında olan iki kişinin öyküsünü anlattığı La Meilleure Façon de Marcher (Best way to walk) isminde filmimizde Marc rolünü yapan Patrick Dewaere, Philippe rolünü yapan Patrick Bauchitey’i izliyoruz. Karakterler, cinsel kimliklerini aralarında kurmuş oldukları sado-mazoşist bir ilişkide ararken karşımıza kimi zaman komik, kimi zaman ıstırap verici vakalar çıkar.

6) Serie Noire, 1979: Franck

Alain Corneau tarafınca Yönetilen Serie Noire, paranoyak ve şizoid bir karakter olan Franck Poupart’ın (Patrick Dewaere) Mona isminde bir kızı (Marie Trintignant) yaşamış olduğu yaşamdan kurtarma çabasını anlatır. Sadece Mona’yı içine çekmiş olduğu ömür, Franck’in ruhsal durumu nedeniyle eskisi kadar zorludur. Franck da alışılmadık, uyumsuz bir karakter olarak Patrick Dawaere’in başarıya ulaşmış oyunculuğuyla karşımıza çıkıyor, tehlikeli olmasına karşın sempatik de olan Franck’in Dawaere’in gerçek kişiliğinden uyumsuz taraflarıyla çok da fazla ırak olmadığı herkesçe malum olan bir gerçek.

7) Le Grand Bleu, 1988: Jacques Mayol

1988 senesinde Luc Besson tarafınca yönetilen Le Grand Bleu filmi, ülkemizde “Derinlik Sarhoşluğu” olarak 1989’da gösterime girdi. Dalgıçlığa tutkuyla bağlanmış iki çocukluk arkadaşı Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) ve Enzo Molinari (Jean Reno)’nin alışkın olduğumuz hayata yabancılaşma aşaması anlatılıyor. Aslına bakarsak kendilerini rastgele bir şeye adamaları penceresinden uyumsuzlukları bu film listesindeki öteki kişiliklerden ayrılıyor. Rastgele bir şeye tutkuyla bağlı oluş yaşamaya sürdürmek için kafi midir? Tutku (passion), etimolojik olarak edilgen bir anlama haizdir. Kişiyi yaşamdan vazgeçirebilir, ya da kişiyi bir bütün olarak uyumsuz bir insan haline getirebilir iki türlü de onu yaşama karşı pasifleştirir. Jacques, tutkusuna haiz olma eğilimiyle daha fazlaca bağlandıkça yaşamla uyumsuz hale gelmektedir. [Spoiler] Arkadaşının ölümünden sonrasında tutkusu yaşama bundan böyle onu bağlayamaz. Şundan dolayı ona -ve hiçbir şeye- haiz olmadığını farklıdır. Jacques,“okyanuslarda hiçbir şey olmadığına” ikna etmeye çalışmakta kendisini. Le Grand Bleu Jacques karakterinin ayaklarının yere basmış olduğu zemindeki gerçeğe ahenk sağlama çabasını konu alıyor.

8) L’important C’est D’aimer, 1975: Karl Heinz

Andrzej Zuławski, The Devil (1972) filminden üç sene sonrasında, Paris’te yazar olduğu sıralarda başrolleri Romy Scheneider, Fabio Testi ve Jacques Dutronc’un paylaşmış olduğu 1975 senesinde “ehemiyetli Olan Hoşlanmak” (L’important C’est d’aimer) isminde filme imza atar. Filmimizde, bir aşk üçgeni üstünden arzusuz aşkın var olma problemi, fedakarlık ve dönüştürücü kuvveti araştırılıyor. 

Film, sanatla uğraşan kişilere (fotoğrafçılar, koleksiyoncular ve tiyatrocular) odaklanıyor. Oyunculuk ise, bu sanatların en uyumsuz olanıdır, şu sebeple oyunculuk, tek bir yazgıyı yaşamaya yanaşmamak, Protee olmaktır. Oyunculuğun toplumla çelişkin durumu bilhassa Klaud Kinski’nin canlandırdığı uyumsuz karakter Karl Heinz seyirciye başarıyla yansıtıyor.

9) Un mauvais fils, 1980: Bruno

Claude Sautet’in yönetmenliğindeki filmimizde, Sautet’in genel anlamda yakaladığı temalardan kabul edilen jenerasyonlar arasındaki çatışma ve savaşım işleniyor. Uyumsuz karakter Bruno’yu Patrick Dawaere canlandırıyor. Dawaere, öteki filmlerinden de alışkın olduğumuz uyumsuz karakteri kendi portresini çiziyormuş şeklinde canladırmayı tekrar başarıyor, bu sefer babasıyla ve bu biçimde toplumsal toplumdaki uyumsuzluğundan sıyrılmak için çabalayan bir orta derslik Fransız insanını canlandırıyor.

10) Les Valseuses, 1974: Jean-Claude ve Pierrot

Bertnard Blier’in yönetmenliğinde “burjuvazi eleştirisi” olarak vasıflandırılan güldürü türündeki Les Valseuses (Going Places)’in uyumsuz karakterlerini Patrick Dewaere ve Gerard Depardieu canlandırıyor. Jeanne Moreu’nun canlandırdığı muavin karakterlerden Jeanne Pirolle’yi bu listeye ilave etmek mümkün. Film görünürde iki arkadaşın anarşistlikleri olanakları sayesinde yaşamış olduğu maceralar olarak özetlenebilir, sadece yaşadıkları maceraların büyük ihtimalle mizojinist olması toplumla uyuşmazlıklarının egoizm ve hanım düşmanlığı ile örttüklerinin bir göstergesidir.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ