Tezatların Harmonisi: Japon Sineması ve 25 Japon Filmi

Japon Sineması Zamanı
Dualist fikir, Japon ve birden çok Irak Şark toplumunu tarihleri süresince sarmalamış olan Şintoizm ve Budizm’in temelini oluşturur. Birçoğumuzun aşina olduğu Ying-Yang düşüncesi birbirine karşıt olarak algılanan kavramların aslına bakarsak organik seviye içinde bir tüm, birbirini tamamlayan unsurlar olduğuna değinir ve tezatların aslına bakarsak birbirlerini nasıl güçlendirdiğinden bahseder. Dualist fikir, eski dönem süresince Japon toplumunu yaşamın en küçük detayına kadar etkilemiş, ve kültürlerini, sanat ve yaşam anlayışlarını şekillendirmede bir oyma keskisi edasıyla kullanılmıştır.
Japon beyaz perde sanatı da kuşkusuz ki bu anlayıştan zamanı süresince etkilenmiş, beyaz perde ve memleket zamanı süresince yaşanmış olan toplumsal ve kültürel tezatlıkları Dualist fikir temelinde ele alarak son derece örneksiz, kuvvetli ve esin verici bir beyaz perde düşüncesi yaratmıştır.
Erken Dönem Japon Sineması: Sessiz Dönem
Beyaz perdenin Japonya’daki hikayesi 19. yüzyıl’ın sonlarında başlıyor. Yüzyılın sonlarına doğru Fransa’dan Japonya’ya ulaşan beyaz perde aygıtı hemen hemen ilk günlerinden Japon toplumunu tesiri altına almayı başarıyor. Bunun başlıca sebebi ise beyaz perdenin ülkedeki erken döneminde Noh ve Kabuki benzer biçimde kültürel ve tarihsel tiyatro oyunlarını sergilemekte kullanılması olmuştur. Sessiz tiyatrolar olan bu oyunlar, Japonya zamanı süresince son derece sevilen bir sanat branşı olmuş, beyaz perdenin da erken yıllarını domine ederek Japon Sineması ‘nda uzun seneler sürecek olan “Sessiz Dönem” in anne parçaları olmuştur. Tarihsel tiyatrolarda anlatıcı ve seslendirici rolünü üstüne alan “Benshi”lerin halkın gözünde son derece popüler olmaları da sessiz devrin uzun senelere yayılmasındaki başlıca sebeplerden birisidir. Büyük çoğunluğunu tiyatro oyunlarının filme alınmasının meydana getirdiği erken dönem Japon filmlerinin fazlaca dikkat edilmesi gereken bir çoğunluğu, ne yazık ki ki İkinci Dünya Savaşı sonrası işgalci güçler tarafınca yok edilmiştir sadece tiyatro temelli erken dönem sinemasının teknikleri ve ifade biçimleri ilerleyen dönemlerdeki Japon filmleri için bir mihenk taşı vazifesi görmüştür.
Bilhassa “Noh” ve “Kabuki” oyunları Japon sinemasının elde edeceği örneksiz sinemasal ifade ve beyaz perde kültürünün oluşmasında son derece mühim roller oynamışlardır. Kabuki seçimi eserler isimlerini “garip tesahür etmek, ortaya çıkmak ve hareket etmek” anlamına gelen “kabuku” fiilinden alırken, entrika, intikam, karışık aşk hikayeleri benzer biçimde mevzuları ele almışlardır. Kabuki seçimi oyunların en belirgin özellikleri abartılı jestler ve heybetli kostümler olmuştur. “Noh” seçimi eserler ise, Şinto Tapınaklarında ortaya çıkmıştır ve çoğu zaman samuray öğretisi olan “Bushido” kodu üstünden kahramanlık, erdem benzer biçimde kavramları ele almıştır. Noh seçimi oyunlar simge ve sembollerin meydana getirdiği bir alt metine haizdir ve sembollerin mana ve önemlerini bilmeyen kimseler için anlaşılması kuvvet oyunlardır.

Başta bu iki oyun tarzıyla beraber tiyatro tesirinde geçen erken dönem Japon Sineması, klasik ve geleneksel oyunların getirmiş olduğu ifade biçimlerini ve simgeleri sinemasal teknikler ve kuramlar ile harmanlayarak beyaz perdenin erken dönemlerinde son derece örneksiz bir ifade ve biçim yakalamayı başarmıştır. Sessiz Dönem’in son derece uzun sürmesi, ilerleyen dönemlerde de anlatımın diyalogdansa mimikler ve hareket ile sağlanmasına sebebiyet vermiş ve birden çok yönetmene esin kaynağı olmuştur.
Japon Sineması’nda ilk sesli film 1931 senesinde çekilmiştir (Komşunun Karısı ve Ben, Modamuto Nyobo) ve İkinci Dünya Savaşı’nın başına kadar sessiz ve sesli filmler birlikte üretilmiştir. Beyazperdeye olan yüksek alaka sektörün gelişmesini elde etmiş ve bilhassa harp sonrası zamanda Japon Sineması’nda öncü olacak ustalar olan Akira Kurosawa, Kenji Mizoguchi ve Yasujiro Ozu’nun ilk eserlerini üretmelerini elde etmiştir.
Harp Süreci Japon Sineması
İkinci Dünya Savaşı süresince beyaz perde Japon İmparatorluğu tarafınca tıpkı müttefikleri Nazi Almanyası’nda olduğu benzer biçimde kuvvetli ve efektif bir propaganda unsuru olarak kullanılmıştır, üretim ve dağıtım aşamaları bir bütün olarak devlet tekeline alınmıştır. Bilhassa Çin, Tayvan, Kore benzer biçimde komşu ülkelerin salgın edilen bölgelerinde kurulan film stüdyoları üstünden Japon egemenliğini meşrulaştırmak suretiyle bir sürü propaganda filmi çekilmiştir.
1939 senesinde çıkarılan beyaz perde kanunu ile Japon hükümeti, Japon Sineması’nı ve gelişimini derinden etkileyecek olan son derece sert ve kısıtlayıcı bir sıkıdüzen politikası izlemeye adım atmıştır. Beyaz perdede aşk, cinsellik benzer biçimde bireysel zevkleri, bireyselliği ve özgürlükçü fikri öven filmler bir bütün olarak yasaklanmış ve beyaz perde sektörü orduyu, feodal düzeni, geleneksel Japon kültürü ve etik kavramlarını öven filmlere kısıtlanmıştır. Bu zamanda Samuray kodu “Bushido” ve Japon ataerkil aile sisteminin temelini meydana getiren “İe” terimine odaklanan filmler ön plana çıkmış, ve bu kavramlar üstünden bireylerden istenilen davranışlar topluma empoze edilmiştir, “devlet için kendini feda yapmak eylemek”, “imparatora ve geleneksel düzene olan sadakat” benzer biçimde algılar güçlendirilmiştir.
Harp öncesi zamanda toplumsal gerçekçilik ve bireysellik kavramları üstüne eserler vermeye başlamış olan Kurosawa, Ozu ve Mizoguchi benzer biçimde yönetmenlerin filmleri dikkat edilmesi gereken sıkıdüzen ve yasaklanmalara mazur bırakılmış, bu mühim adlar sektörden uzaklaştırılmıştır. örnek olarak Kurosawa’nın “San Paguita Çiceği” adlı senaryosundaki bir doğum günü sahnesi sıkıdüzen kurulu tarafınca çok “angla-sakson” bulunmuş ve sansürlenmiş, Kurosawa’nın bu karara cevabı “O vakit imparatorun doğum gününü kutlamamız da son derece “anglo-sakson” bir davranış” olmuş, bu tümce üstüne film bir bütün olarak yasaklanmış ve Kurosawa harp bitene kadar sektörden dışarı itilmiştir.
Harp Sonrası Japon Sineması
İkinci Dünya Savaşından yenik ayrılan Japonya, harp sonrası zamanda kültürel ve yönetimsel anlamda dikkat edilmesi gereken bir transformasyona maruz kalmış, bu değişimin tesiri beyaz perde da oluş suretiyle cemiyet ve kültürün her yapı taşını ebediyen değiştirmiştir. Harp sonrası Japonya Amerika’nin başını çekmiş olduğu müttefikler bloğu tarafınca işgal edilmiş ve Amerika’li General McArthur Japonya’nın harp sonrası ilk lideri olmuştur. McArthur önderliğinde Amerika, klasik ve geleneksel anlayış ve yapıları garp ideolojisi, bireysellik ve liberal cemiyet yapısı ile başka bir yere almak suretiyle Japonya’da değişik değişik politikalar izlemiş, 1939 sıkıdüzen kanunu da bu politikalar bağlamında 1946 senesinde değişik bir sıkıdüzen kanunu ile değiştirilmiştir.
1946 sıkıdüzen kanunu, bundan önceki kanunun tam olarak zıttı bir halde feodal düzeni, başta “Bushido” oluş suretiyle Japon anane ve etiklerini yasaklarken, bireysellik hareketi üstünden ferdin dahil dünyası ve özgürlük terimine yoğunlaşan, batılı fikir ve toplumsal yapı anlayışlarını öven filmleri ön plana çıkarmıştır. 10 seneden kısa bir süre de beliren bu iki yasa, Japon sinemasının hatta tüm Japon sanat medyumlarının önümüzdeki senelerde benimseyip işleyeceği kültürel çatışma kaynaklı düalist yapının ortaya çıkmasına sebebiyet vermişlerdir.
1950’li seneler Japon Sineması için adeta bir dönüm noktası olmuş, farklılaşan topluma ve bireylere yoğunlaşan, felsefi kuramlar üstünden Garp ve Japon kültürü arasındaki sıkışmışlığı özetleyen filmler ortaya çıkmıştır. Harp döneminde sansürlenen ve itilen Kurosawa, Ozu ve Mizoguchi altın dönemlerini yaşamış ve Japon sinemasını Dünya’ya tanıtmışlardır.
Bu zamanda Kurosawa, garp felsefesi ve fikrini, erken dönem Japon sinemasının öğretileri ile harmanlayarak Japon kültür ve geleneksel yapılarına uyarlayarak feodal yapının çürümüşlüğüne odaklanmıştır. Ozu, merceğini Japon hanelerinin salonlarına, yatak odalarına sabitleyerek kültürel ve yönetimsel değişimin kişi üstündeki etkilerine odaklanmıştır. Mizoguchi ise, uzun seneler süresince bastırılmış olan bireysel kösnü ve tutkular üstünden özgürlük terimine yoğunlaşmıştır. Bu üç ehil ad ve beyaz perdeye getirdikleri yenilikler ile beraber Japon sineması kendini anane ve yenilik tezatları içinde son derece akıcı, harmonik bir noktada konumlandırmış ve erken döneme bakılırsa daha kuvvetli, daha yapılandırılmış fakat hala son derece örneksiz bir anlatıma ulaşmıştır.
Japon Yeni Dalga Sineması
Harp sonrası bilhassa Garp toplumlarında yaygınlaşan tüketim temelli, paracı yeni dünya düzeni ve getirmiş olduğu yalnızlaşma, anlamsızlaşma hissiyatları sinemayı tesiri altına almış, İtalyan Sinemasında “Yeni Gerçekçilik” ve Fransız Sinemasında “Yeni Dalga” akımları ile beyaz perde sanatını kökünden değiştirmiştir. 60’lı yıllarda beliren bu akımlar, bilhassa Yeni Dalga Sineması, Japon Sinemasını adeta bir tsunami benzer biçimde vurmuştur.
Japon Yeni Dalga Akımı, Avrupalı kardeş akımları benzer biçimde çağıl toplumun getirmiş olduğu tekdüzeleşme, kimliksizleşme benzer biçimde kavramlar üstünden siyasal, cinsellik ve sertlik temelli filmler ortaya çıkarmıştır. Japon Sineması, akımların dalgasına kapılırken, toplumun yaşamış olduğu yenilik-gelenek tezatına sarılamaya devam ederek paracı düzenin getirmiş olduğu sıkıntıları birbirinden son derece değişik olan hem Garp aynı zamanda Japon duyarlılığıyla ele alarak kendine özgü bir yer edinmiştir.
Çağdaş toplumun getirileri Japon sanatçıları da ikiye bölmüş, kimisi gelenekler ve “Japon oluş” tan uzaklaşmanın toplumu çökerteceğini özetleyen eserler verirken, bir kısmı ise çağıl yaşamın bireyselliği üstünden insan pskilojisi, cinsel arzular ve sertlik ekseninde eserler vermiştir. Sanatçılar arasındaki bu bölünme yalnızca ideolojik olarak kalmamış, beyaz perdenin fazlaca daha geniş bir yelpazede eserler vermesini elde etmiştir. Ürkütücü filmleri ve yumuşak porno diye isimlendirilen cinsellik temelli filmler bu zamanda popülerleşmeye adım atmıştır.
Yeni Dalga Sonrası Japon Sineması
60’lı yıllardan 70’li yılların sonuna kadar sürmüş olan Yeni Dalga sineması, 50’li yılların ehil işi sadece tutucu beyaz perde anlayışını yıkıp, yerine fazlaca daha yırtıcı, fazlaca daha dürtüsel ve çıplak bir beyaz perde düşüncesi getirmiştir. alışılagelmiş etmenlerinden ayrışmaya süregelen toplumun son derece ilgisini çeken bu anlayış, Yeni Dalga Sinemasından sonrasında da etkinliğini korumuş, dallanarak değişik akım ve türlere evrilmiştir.
Yeni Dalga sonrası nispeten minik çaplı sinemasal akımlar Japon Sinemasını çevrelemiştir. “Güneş Kabilesi Akımı” anarşist bir ideoloji ile gençliğin asi yaşamına odaklanırken, “Pembe Film Akımı” yumuşak pornografik içerikleriyle toplumsal mevzuları cinsellik üstünden ele almıştır. Yeni Dalga ile popülerleşen ürkütücü filmleri de Japon Beyaz perde Sektörünün en mühim dallarından birisi olagelmiştir.
80’li seneler itibarıyla teknolojik gelişme ile beraber Anime, Japon cartoon filmleri, popülerleşmeye adım atmıştır. Bu yıllarda endüstriyi domine etmeye süregelen Anime ve ürkütücü filmleri günümüz şartlarında de Japon Sinemasının en gözde branşları halindedir, sadece Yeni Dalga ve getirmiş olduğu anlayış hala mühim bir yere haizdir.
Japon Sinemasına Damga Vurmuş 25 Film
I Was Burn, But… (Yasujiro Ozu,1932)

Ozu’nun erken dönem eserlerinden olan film, iki kardeşin babalarının aslına bakarsak düşündükleri kadar mühim bir insan olmadığını anlamaları üstüne odaklanıyor. Film, evlatların perspektifinden geleneksel aile ve cemiyet kavramlarını satirik bir halde inceliyor.
The Story of Last Chrysanthemums (Kenji Mizoguchi, 1939)

Mizoguchi’nin sıkıdüzen kanunu öncesi bitirdiği, sadece yasaklandığı için seyirci ile buluşması harp sonrasını kabul eden film, efsanevi bir aktörün oğlu olan Kikunosuke’nin oyunculuk kariyerindeki mücadelesini komediye kaçan bir halde konu alıyor.
Banshun-Late Spring (Yasujiro Ozu,1949)

Ozu’nun harp sonrası Japonya’da ki değişimleri mevzu, bahis almış olduğu filmlerinden kabul edilen Banshun, babasını, yaşamını ve özgürlüğünü seven Noriko’nun çevresi ve ailesi tarafınca görmüş olduğu evlilik baskısı üstünden farklılaşan toplumda bayanların ve hayatlarının değişimini ele alıyor.
Rashomon (Akira Kurosawa, 1950)

Venedik Film Festivalinde almış olduğu en iyi film ödülü ile Japon Sinemasının Dünya genelinde tanınmasını elde eden film, Kurosawa’nın en mühim filmlerinden birisi olarak görülüyor. Rashomon, işlenen bir suçu 4 değişik perspektiften ele alırken, garp felsefesi ve kuramları üstünden geleneksel Japon öğelerine kuvvetli bir eleştiri sağlıyor. Film bununla beraber zamanına bakılırsa son derece yenilikçi ve cüretkar öykü yapısı ile sırf Japon değil, tüm Dünya sinemalarına yeni teknikler sağlıyor.
Ikıru-To Live (Akira Kurosawa,1952)

Kurosawa’nın merceğini çağıl bürokrasinin anlamsızlığı ve getirmiş olduğu kimliksizlik bunalımına çevirilmiş olduğu İkiru filmi yönetmenin en his yüklü filmlerinden birisi. Senelerce belediyede departman şefliği yapmış, gözünü yaşamın güzellikleri ve büyüsüne kapamış olan Watanabe’nin, kanser bulunduğunu öğrendikten sonrasında boşa harcamış olduğu hayatındaki mana arayışını özetleyen film, bilhassa Kabuki tiyatrosunu getirmiş olduğu mimiklerin ön planda olduğu ifade tarzıyla modernleşen hayat ve yaşamın esansı üstüne son derece kuvvetli ve bir fazlaca politik bir eleştiri getiriyor.
Ugetsu Monogatari (Kenji Mizoguchi, 1953)

16. asır Japonyası’nda geçen film, açgözlülük ve kıskançlık ile çevrelenmiş olan, geleneksel Japon toplumunun en kıymetli öğeleri olan şeref ve statü kavramlarına duyulan takıntıyı iki kardeşin maceraları üstünden konu alıyor. Mizoguchi, filmlerinin temelini meydana getiren tutku ve ihtirasın insanoğlu üstünde ortaya çıkardığı neticeleri geleneksel Japon toplumu ve inanışlarına uyarlayarak geçmişe ve değerlere karşı adeta bir harp açıyor.
Tokyo Story (Yasujiro Ozu,1953)

Japon Beyaz perde tarihinin en mühim eserlerinden kabul edilen Ozu’nun magnum opusu sayılan Tokyo Story, kültürel değişimin Japon aileleri üstündeki yapacağı tesiri en kuvvetli ve direkt biçimde aktarmayı başaran filmlerden birisi. Ozu’nun yoldam sahibi ve durağan(durgun) (kamera tüm film süresince yalnızca bir defa devinim ediyor) perspektifinden jenerasyonlar arasındaki kopukluk ve iletişimsizliği son derece sade fakat bir o denli da güçlü bir halde aktaran bir film Tokyo Story. Kırsalda yaşayan, evlatları ve torunlarını müşahade etmek suretiyle Tokyo’ya gezi eden ihtiyar bir çiftin karşı karşıya geldikleri ilgisizlik ve bu bağlamda onları kaplayan önemsizlik hissiyatına yoğunlaşıyor film.
Seven Samurai (Akira Kurosawa, 1954)

Dünya sinemasının görmüş olduğu en görkemli epiklerden kabul edilen Seven Samurai, sürecinin fazlaca ötesinde ve sinemayı temellerinden sarsmış olan bir film. Haydutlar tarafınca yağmalanan bir kasabanın, kendilerini savunması için tuttukları yedi samurayın savaşını özetleyen film, kendisini takip edecek olan tüm harp ve hareket başyapıtlarına esin kaynağı olmuş bir başyapıt. Geçmişi ve geleceği içinde sıkışmış olan dönem Japon toplumunun içinde bulunmuş olduğu ikilemi, samuray kültürünü kullanarak, yer yer övüp yer yer yererek ele alan Kurosawa, bilhassa devinim temelli dinamik kamera seçimi ile bir kez daha ne kadar ehil bir direktör bulunduğunu Seven Samurai ile kanıtlamış, adını beyaz perde geçmişine altın harfler ile kazımıştır.
Godzilla (Ishiro Honda, 1954)

Beyaz perde tarihinin yarattığı kim bilir en unutulmaz canavar. Çekilmiş olduğu 1954 senesinden bu güne değin kadar bir sürü uyarlaması var olan Godzilla, Amerikan nükleer tabanca testleri neticesi beliren dinozor benzeri bir canavarın Japonya’ya saçmış olduğu dehşeti konu alıyor. Film, dünyaya ati nesillerin de hepsini tesiri altına alacak mitolojik bir canavar kazandırırken, son derece sağlam konumlanmış bir tarihsel, politik alt metin ile keskin ithamlarda bulunmaktan da kaçınmıyor, Japon toplumu gözünde nükleer silahların yıkıcılığını ve dehşetini gözler önüne seriyor.
Onibaba (Kaneto Shindo, 1964)

Japon ürkütücü filmleri için bir mihenk taşı olan Onibaba, Yeni Dalga’nın getirmiş olduğu cinsellik, sertlik ve tutku temaları üstünden rahatsız edici, ürkütücü bir cemiyet eleştirisi sağlıyor. İki hanım ve tutkuları, günahları üstünden ilerleyen filmimizde Shindo, akımın getirilerini Ozu, Kurosawa benzer biçimde ustaların perspektifiyle harmanlayarak öncü olacak bir film ortaya çıkarıyor.
Tokyo Drifter (Seijun Suzuki, 1966)

Yeni Dalga Sinemasının asi evladı olarak tanımlayabileceğimiz Seijun Suzuki’nin son derece bireysel olan, Japon Sinemasındaki stüdyo tekelleşmesine karşı isyan bayrağını çekmeye başladığı Tokyo Drifter , “Anka Kuşu” lakaplı Tetsu adlı bir gangsterin hikayesidir. Canından fazlaca kıymet verdiği patronu ve kendisinin özgürlüğü için rakip çetelere karşı çıkmış olduğu yolculuğa çıkan Tetsu, bir an bile ideallerinden ve görevinden vazgeçip süphe duymaz. Sadece işin sonunda Tetsu, fazlaca sevilmiş olduğu patronu tarafınca ihanete uğrayacak ve fazlaca sevilmiş olduğu hanımı iç her şeyi terk edip bir gezgin(drifter) oluş zorunda kalacaktır.
The Pornographers (Shoe Imamura, 1966)

Yeni Dalga’nın en mühim yönetmenlerin Imamura’nın en cüretkar filmi. Bir porno filmi yapımcısı olan Ogata’nın, karmaşık, göze batmamaya işçi yaşamını satirik bir halde özetleyen film, pornografi ve cinselliği gündelik yaşam ve cemiyet çerçevesinde ele alıyor ve ileriki dönemlerde Japon Sinemasını etkileyecek olan “Pembe Film” akımı için kapıyı açıyor.
Yukoku ( Yukio Mishima, 1966)

Japon Edebiyatının en mühim romancılarından Yukio Mishima’nın oynayıp, yönettiği “Noh” tiyatrosu tarzlı bir kısa film olan Yukoku, modernleşen Japon toplumunda kaybedilen geleneksel değerlerin önemini mevzu, bahis alıyor. Bir asker ve eşinin “Harakiri” ritüelini ele alan kısa film, Mishima’nın romanlarında ele almış olduğu ölüm ve yaşamın bütünlüğü ve geleneksel değerlere olan bağlılığını yansıtıyor. Mishima’nın Yukoku’yu çektikten birkaç yıl sonrasında başını çekmiş olduğu başarısız vuruş girişimi sonrası benzer filmdeki benzer biçimde harakiri ile intihar etmesi de filmi daha da çekici ve kuvvetli kılıyor.
Branded To Kill (Seijun Suzuki, 1967)

Seijun Suzuki’nin ve kim bilir Japon Yeni Dalgası’nın başyapıtı olarak sayılabilecek bir film. Yakuza içindeki üç numaralı katil olan Hanada’nın bir numara oluş için duyduğu tutkuyu son derece sürreal, satirik ve heyecanlı bir halde aktarıyor film. Suzuki ehil işi montajları, çekim teknikleri , monokrom çekimler ve mükemmel müzikleri ile Yakuza dünyasını gerçek ve sürreal içinde çok önemli bir ifade ile aktarırken, gerçek ve fantastik, absürt ve dikkat edilmesi gereken benzer biçimde tezatları kullanarak hakkaten olağan üstü bir atmosfer yakalamış, filmin her anını gerilmiş fakat bir o denli da keyifli olmasını elde etmiştir.
Funeral Parade of Roses (Toshio Matsumoto, 1969)

Japon Sinemasında cinsiyet terimini ele alan öncü film olan bu Yeni Dalga filmi, Eddy adlı bir transseksüel kişi üstünden, transseksüel bireylerin yaşamış olduğu sıkıntıları ve arada kalmış bir cemiyet olan dönem Japonyası’nın bu bireylere karşı olan yaklaşımını işler.
Silence (Masahiro Shinoda,1971)

2016 senesinde Martin Scorcese tarafınca tekrardan ak perdeye uyarlanan film, 17. Yüzyılda Hristiyanlığı yaymak ve ustalarını ortaya çıkarmak için Japonya’ya gezi eden iki rahibin öyküsünü mevzu, bahis alıyor, inanç ve din temelli politikaların cemiyet üstündeki yapacağı tesiri işleyerek geleneksel Japon inançlarının empoze ediliş tarzını eleştiriyor.
Empire of Passion (Nagisa Oshima, 1978)

Nagisa Oshima’ya Cannes Film Festivalinde en iyi direktör ödülünü getiren film, genç sevgilisi Toyiji ile kocasını öldüren Seki’nin ölen kocasının hayaletinin kendisine musallat olması ile beraber artan suçluluk, pişmanlık ve utanç duygularıyla yüzleşmesini ele alıyor.
Ran (Akira Kurosawa, 1985)

Kariyeri Japon Sinemasının hemen hemen tamamına yayılmış olan Akira Kurosawa’nın elinden çıkmış bir başka harp epiği. Ortaçağ Japonyasında emekli olan bir harp lordunun, krallığını üç oğluna paylaştırması ve kardeşler arasındaki kuvvet isteğinin doğurduğu rekabetin kısa süre içinde krallığı yıkıma sürükleyecek olan bir harbe dönüşmesini ele alıyor. Görsel olarak Kurosawa’nın en görkemli filmlerinden kabul edilen Ran, 1986 senesinde en iyi kostüm Oscar Ödülü’nü alıyor.
Grave of Fireflies (Isao Takahata, 1988)

Japon Sinemasında Anime seçimi filmlerin popülerleşmesinde fazlaca mühim bir yeri olan bir film. Grave of Fireflies, harp sonrası zamanda çocuk olmanın getirmiş olduğu zorlukları, savaşın ve yaşamın acımasızlığını, dehşetini bir çocuğun masumiyeti üstünden aktarıyor. Seita ve minik kız kardeşi Setsuko’nun hayatta kalma mücadelesini ele alan film izleyiciyi son derece hüzünlü ve sarsıcı bir evrene götürüyor.
The Eel (Shoe Imamura, 1997)

Imamura’ya 1983 yılında yapılmış “Ballad of Narayana” adlı filminden sonrasında ikinci “Palme D’or” ödülünü getiren film, karısını öldürdükten sonrasında hapise giren, ve hapisten çıkınca hayata yeniden entegre olmaya işçi Takura’nın öyküsünü konu alıyor. Takuro hapiste bir yılan balığıyla arkadaş olabilmektedir, hapisten çıkınca bir berber dükkanı açıyor, en yakın arkadaşı olan yılanbalığına sarılsa da geçmişinin hayaletlerinden kaçamıyor.
Audition (Takashi Miike, 1999)

90’lı seneler itibari ile Japon Sinemasında ses getirecek olan asi direktör Takashi Miike’nin en başarıya ulaşmış filmlerinden olan Audition, gerilimin her dakika arttığı ve olağanüstü bir film. Dul kalmış ve yeni bir eş arayan Aoyama, bir arkadaşının yardımı ile tasarı bir film seçmesi düzenler ve seçmeye katılan kızlardan kabul edilen Asami’ye tutulur. Sadece Asami {hiç de} Aoyama’nın tahmin etmiş olduğu benzer biçimde birisi değildir.
Battle Royale (Kinji Fukasaku, 2000)

Distopik bir gerçeklikte ati Japonyasında geçen film, hükümet tarafınca her yıl meydana getirilen, memleket genelinden bir sınıfın rastgele seçilip, bir adaya yollandığı ve öğrencilerin tek şahıs sağ kalana kadar birbirini öldürmüş olduğu bir gezegeni konu alıyor. “Orijinal Hunger Games” diye tanımlanabilecek olan film, Hunger Games’in tamamlanmamış kalmış olduğu vahşilik benzer biçimde tüm boşlukları hakkını vererek dolduruyor.
Spirited Away (Hayao Miyazaki, 2001)

Anime film anlayışının zirve yapmış olduğu, Hayao Miyazaki’ye en iyi 3D branşında Oscar Ödülü getirmiş olan Spiretted Away en fazlaca tanınan ve en beğenilen anime filmlerden birisi. Ailesiyle beraber yanlışlıkla girmiş olduğu ruhlar evreninde mahsur kalan Chihiro adlı kızın macerasını özetleyen film, hakkaten büyüleyici bir atmosfer ortaya çıkarıyor ve düş gücünün ne kadar sınırsız bulunduğunu hatırlatıyor.
Shoplifters (Hirokazu Koreeda, 2018)

son derece yoksul, fukara, küçük çaplı hırsızlıkları alışkanlık edinen Shibata ailesini özetleyen film, 2019 senesinde Cannes Film Festivalinde “Palme D’or” ödülünün sahibi olabilmektedir. Hırsızlığı ailecek benimsemiş olan Shibata ailesinin, Juri adlı başıboş minik bir kızı ailelerine katmalarıyla değişen hayatları, ve sorgulamaya başladıkları alışkanlıkları ekseninde bir ailenin çözülüşünü ele alıyor Shoplifters.
Mishima: A Life in Four Chapters (Paul Schrader, 1985)

“Taxi Driver” filmininde yazarı olan Paul Shrader’ın yönettiği film, bir Japon yapımı olmasada Japonya’nın ova süresince bahsettiğimiz kültürel sıkışmasını, kimlik bunalımını en iyi ele alan filmlerden birisi. Yukoku filmimizde bahsettiğimiz yazar Yukio Mishima’nın yaşamını, Mishima’nın yazmış olduğu dört tane roman üstünden değişik kısımlar ile inceleyen film, Mishima’nın sıradışı yaşamını anlatırken, kendisinin köktencilik toplumsal, siyasal görüşleri üstünden Japon toplumunu etkisinde bırakan bir halde gözler önüne seriyor, bununla beraber renklerin ehil işi kulanımı ile meydana getirdiği görsel şölen ile seyircisini monitöre kitliyor.