İnsan Hakları İhlalleri ve Ayrımcılığı Konu Alan Filmler

“İnsan hakları; bütün kitlelerin hiçbir fark gözetmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, hür ve onurlu yaşama hakkına haiz olmasıdır. Her önüne gelen cinsiyet, soy, renk, din, lisan, ıslak, fikir farkı, ulusal ya da toplumsal köken, zenginlik şeklinde ayrım olmaksızın yasa karşısında eşittir.” Bu tarif insan hakları için yapılmış resmi bir tanımdır.
Amma ve lakin günümüz şartlarında hala insan hakları tam olarak kişilere verilmiş değildir. Geçmişten bu güne değin; gerek ten renginden dolayı, etnik kökeninden dolayı, cinsel tercihinden dolayı ve hatta hanım olduğundan dolayı insanoğlu çeşitli aşağılanmalara ve ayrımcılığa, baskıya maruz bırakılmıştır. Medeniyetin ilerlemesi bazılarımız için ümit dolu gelişiyor şeklinde görünse de; dünya üstünde hala haksızlıkların fazlasıyla yaşandığına da şahit oluyoruz.
ABD’da bir polis tarafınca öldürülen George Floyd ile bu gerçek bir kez daha yüzlerimize çarpıldı. Memleket çapında başlamış olan protestoların yankıları Avrupa’ya kadar uzandı. Yüksek sesle atılan çığlıklar, bundan böyle tahammül edemediğimiz ayrımcılığın dışa vurumu oldu. Yukarıdaki tanımda da belirttiğimiz şeklinde; hiçbir insan ten renginden, etnik kökeninden, cinsel tercihinden veya cinsiyetinden dolayı ikinci derslik olarak betimlenemez. İnsanlığın ne ilk mücadelesi ne nihayet mücadelesi günümüz şartlarında yaşananlar. ama şunu unutmamak gerekmektedir ki her fikrin bir karşıtı, her zalimin karşısında duracak bir hakkaniyet avcısı olduğu bilinmektedir!
Life is Beautiful / 1997

Roberto Benigni‘nin bu filmi sanıyorum ki kalplerimizi en oldukca ısıtan ve ısıtırken de bir taraftan acıtan filmlerden birisi. 2. Dünya Savaşı esnasında karısı ve oğluyla Yahudi kampına götürülen bir babanın evladı için verdiği güzel mücadeleyi izlerken gözlerimizdeki yaşları tutamadık. Türkçe karşılığı “yaşam Güzeldir” olan film, bununla birlikte sevginin gücüyle nasıl ayakta kalınabileceğini de ifade ediyordu adeta. Film, çekilmiş olduğu sene 7 dalda Oscar’a aday olup en iyi yabancı film, en iyi adam artist ve en iyi müzik dallarında mükafat kazanmıştır.
Amistad / 1997

Steven Spielberg‘in yönetmenliğini yapmış olduğu film gerçek bir vakaya dayanmaktadır. 1839 senesinde siyahi kölelerin taşındığı bir gemide çıkan ayaklanmayı mevzu, bahis edinen film; sanayileşme yanlısı köle karşıtları ile köle yanlıları içinde geçen, daha sonrasında ise önümüzdeki senelerde ABD dahil Savaşı‘nı çıkaracak gerginliği işliyor. Filmin adı aynı zamanda İspanyolca’da “arkadaşlık, dostluk” anlamına geliyor.
Incendies / 2010

Bu filmimizde hem bir bayan mücadelesi müşaahade ediyoruz, aynı zamanda aslen etnik köken mücadelesi demek mümkün. Radiohead’in You and Whose Army şarkısıyla oluşturulan film, aslen kendini daha ilk dakikadan ele veriyor. Hah sonuna kadar durmayacak bir kalp organı ağrısıyla izleyeceğim filmi diyorsunuz. Denis Villeneuve‘nin yönetmenliğinde çekilen film bir kadının çocuklarıyla yüzleşmesinden oldukca kendiyle yüzleşmesi olabilmektedir. Bir kadının ıstırap dolu dünyası, anlatılmak istenen periyodu gölgelemiş olsa da aslen bu acılara neden olan insan hakları ihlallerini bütün açıklığıyla görüyorsunuz. Feci biçimde yaralayıcı olan bu film bittiğinde aklımda tek bir tümce vardı: Bu kadar ıstırap bir insanoğlunun değil bütün insanlığın bile kaldırabileceğinden ağır değil mi?
Precious / 2009

Lee Daniels‘ın yönetmenliğinde çekilen film, ıstırap bir yaşamı gözler önüne seriyor. Ensest mağduru bir genç kız ve aslen çocuk annenin mücadelesini izliyoruz filmimizde. Kız evlatlarının – hatta adam evlatları da buna iç – aile içinde uğramış olduğu cinsel şiddetin, bir genç kadının üstündeki yıkıcılığı ve sevgiye tutunma çabası kalplerimizi eritiyor. Filmin en mühim öğretilerinden birisi ise; insan doğduğunda kimliksiz, bembeyaz bir sayfadır. Yaşananlar ve yaşadıkları şekillendirir; dini, dili, ırkı veya cinsiyeti değil!
Gran Torino / 2008

Clint Eastwood‘un yönetmenliğinde çekilen film, Kore Savaşı gazisi Walt Kowalski ve onun ırkçılığa karşı verdiği mücadeleyi mevzu, bahis ediniyor. Çinli bir etnik grupla benzer mahallede yaşayan Kowalski aslen onlarla arkadaş oluş için hayli geç kalmıştır lakin tekrar de bu mutlak bir nihayet değildir. Ufak çetelerin oldukca arttığı ve saldırıların gün yüzüne çıkmış olduğu zamanlarda Kowalski’nin etrafındaki komşu ve dostlarını koruma dahil güdüsü izlemeye değerdir. Filmin adının Gran Torino olmasının sebebi ise, zamanının Amerikan rüyası olan bu arabanın, filmin merkezine oturması ve filmin hemen hemen tümünün bu arabanın çevresinde geçmesindendir.
This is England / 2006

Shane Meadows yönetmenliğinde çekilen film, gösterime girmiş olduğu yıllarda en iyi politik filmlerden birisi olarak kabul görmüş oldu. Falkland Savaşı‘nda babasını kaybeden Shaun bir sokak çetesinin arasına karışır ve bu çetede siyahi bir aza de olduğu bilinmektedir. Bu sırada grup liderinin hapisten çıkan bir arkadaşının aralarına iştirak etmesi ise tüm hesapları ters surat , sima ,çehre edecektir. Bu dost İngiltere’nin bir tek beyazlara ilişik olması icap ettiğini düşünerek, etnik köken ırkçılığını savunacak ve gruptakiler üstünde de tesiri büyük olabilecektir.. Film, 2006 senesinde çekilen en iyi bağımsız film olarak da literatüre geçmiştir.
Schindler’s List / 1993

Bu film için ne desek azca kalır. Çekilmiş olduğu seneden bugüne etkilemediği insan kalmamıştır sanırım. Hatta abartarak şunu dile getirebiliriz; surat , sima ,çehre sene geçse bu film güncelliğini ve yapacağı tesiri tekrar koruyacak. Steven Spielberg‘in yürekleri burkan, görüntülerinden müziklerine adeta sanat eserlerinin en değerlisi olan bu film; 2004 senesinde Kore Kütüphanesi tarafınca kültürel ve zamanı olarak oldukca mühim atfedilip Amerika Ulusal Film Arşivi‘nde koruma altına aldırılmıştır. İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi’lerin uyguladığı soykırım esnasında binin üstünde Polonyalı Yahudi’nin kurtarılmasında mühim görevi olan Oskar Schindler‘i ve bunca insanı kurtarmasını mevzu, bahis alan film hemen hemen girmiş olduğu her festivalden ödülle dönmüştür. Filmin gelmiş geçmiş en iyi filmler içinde anıldığını hususi olarak belirtmeye gerek yok sanırım.
The Butler / 2013

Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmin direktör koltuğunda Lee Daniels var. Cecil Gaines ailesinden gelen bir gelenekle daima başkalarına hizmet ederek yaşamını geçirmekte. Geldiği uzun yollar neticesi Ak Saray‘da göreve adım atar ve toplamda sekiz başkana kahyalık yapar. Bu süreç süresince başkanların uğramış olduğu suikastlerden Vietnam İşgali’ne, ABD’da çıkan insan hakları hareketlerine ve daha nicelerine tanıklık eder. Ve ikimiz de film süresince tek bir insan üstünden aslen bütün insanlığın uğramış olduğu haksızlıkları izleriz.
North Country / 2005

Niki Caro tarafınca yönetilen film; gerçek bir vakaya dayanan, bir madende işçi kadının yaşamış olduğu ve ilk cinsel rahatsızlık davası olan vakası mevzu, bahis ediniyor. 1984 senesinde yaşanmış olan bu rahatsızlık davası ve neticelenmesi ile birden çok iş yerinin hukuki düzenlemelere gittiğini de açıklamak gerekmektedir bu aşamada. Başından sonuna kadar hanım oluş ve hanım haklarıyla ilgilenen ve bu derdi oldukça başarı göstermiş özetleyen filmimizde Charlize Theron‘un dillere destan oyunculuğunu seyretmek ise tadından yenmeyen bir öğe. Senaristliği bakımından bir kısım insanca sıska bulunsa da, film ifade etmek istediği her şeyi tüm netliğiyle anlaştmış diyor ve bu mevzuyu burada noktalıyoruz.
The Pianist / 2002

Sanıyorum ki listemizin en oldukca şahıs tarafınca izlenen filmi The Pianist‘tir. Yönetmenliğini Roman Polanski’nin yapmış olduğu film, bununla birlikte gelmiş geçmiş en iyi filmler arasındaki yerini de koruyor. Her ne ölçüde Roman Polanski’nin adı türlü davalarla anılsa da filme gölge düşürmeye yetmemiştir. Hatta bırakın yetmeyi yanına bile yaklaşamamıştır. Polonyalı başarı göstermiş bir piyanistin İkinci Dünya Savaşı ile beraber kabusa dönen yaşamını izliyoruz filmimizde. Yahudi olmasına karşın bir halde kamplara gitmekten kurtulan piyanistin Varoşva’nın varoşlarında geçen yaşam hikayesine ise film süresince Chopin‘in besteleri birlikte rol alır. Kim bilir kim bilir filmi bizim nezdimizde bu kadar iyi icra eden en mühim unsurlardan birisi de bu bestelerdir.
Do the Right Thing / 1983

Irkçılığı mizahi dille anlatmayı seven Spike Lee‘nin bu filmi, aslen bittiğinde beni düşündüren ve üzen filmler arasındaki yerini de almıştı. Irkçılığın aslen ırkçılığa maruz kalanlar içinde bile ne kadar büyük bir sorun haline geldiğini özetleyen film, 80’li yıllarda çekilmiş en ırkçılık karşıtı film olarak da anılıyor. Bu güne değin bakılırsa ırkçılığı beyazperdeye aktarmanın daha güç olduğu yıllarda Spike Lee büyük bir yol katetmiştir ve bundan sonraki sinemasını da şekillendirmiştir. Irkçılığa daha gerçekçi tarafınca görmek isteyen, duygusal olanı değil gerçek olanı müşahade etmek isterim diyenlerin ne olursa olsun listesine alması ihtiyaç duyulan bir film.
Boys Don’t Cry / 1999

Kimberly Pierce tarafınca yönetilen Boys Don’t Cry üzülerek söylemeliyim ki gerçek bir vakaya dayanıyor. Hilary Swank ve Chloe Sevigny‘nin şahane oyunculuğuyla doruklara çıkan film, bizlere ayrımcılığın her türlüsünün yıkıcı boyutlarını gösteriyor. Adam giysileriyle dolaşan bir travesti ve bu gerçeği ayrım eden kız arkadaşı ve onun ailesi ekseninde dönen vakaları seyrettiğimiz film cinsel tercih yüzünden kitlelerin katledilmesi ve bunun ardında yatan trajediyi gözler önüne seriyor.
The Accused / 1988

Jodie Foster‘ın oyunculuğunu konuşturduğu film, aslen çekilmiş olduğu devrin ABD’sını gözler önüne seriyor. Baştan sona ayrımcılığın ilmek ilmek işlendiği filmimizde, saldırı mağduru bir kadının mücadelesini izliyoruz. kuvvetli ve kuvvetsiz, varlıklı ve fakirin karşılaşmasını mevzu, bahis alan film, bardaki tecavüzcülerine karşı yılmadan harp veren bir bayan üstünden aşama kaydediyor. Direktör koltuğunda Jonathan Kaplan‘ın oturmuş olduğu film, bizlere baştan sona bir tek ABD’da değil tüm gezegende tek başına ayakta kalmaya işçi bayanların yaşamış olduğu zorlukları konu alıyor.
The Birth of a Nation / 1915

D. W. Griffith yönetmenliğinde çekilen film üç saat devam eden sessiz bir film. Surat , sima ,çehre senenin en iyi surat , sima ,çehre filmi içinde sayılan yapım, ırkçılığı korumak için çaba sarfeden tarafıyla da daima münakaşa konusu olma vasfı taşıyor. Bilhassa ak bir ailenin yırtıcı bir grup siyahi tarafınca bir eve hapsedilmesi bu fikri pekiştiriyor. Bu esnada aileyi kurtarmaya gelenlerin ise Ku Klux Klan mensupları olması ve bu oluşumun tarihteki en büyük ırkçı suçları işlemiş olması filmimizde neyin desteklendiğini gözler önüne seriyor. Filmin çıkmış olduğu zamandan bu zamana devamlı artışmalar bu yönde ilerlerken, dediğimiz şeklinde tekrar de film gelmiş geçmiş en iyi filmler arasındaki yerini alıyor.
The Stoning of Soraya M. / 2008

Cyrus Nowrasteh tarafınca yönetilen film, Freidoune Sahebjam‘ın La Femme Lapidee isminde kitabından uyarlanmıştır. Kocası tarafınca iftiraya uğrayan bir kadının recm gereği taşlanarak öldürülmesini işleyen film, günüzde hala daha hanım hakları mevzusunda bir adım bile ilerleyemediğimizin göstergesi durumunda. Yaşadığımız yüzyılda hala bu türlü kuralların geçerli olduğu, adamın hanıma faik sayıldığı olayların görülüyor olması insanlık adına utançtan başka hiçbir şey değildir.
Django Unchained / 2012

Quentin Tarantino‘nun direktör koltuğunda oturmuş olduğu Django Unchained, çekilmiş olduğu sene bütün dikkatleri üzerine çekmişti. Her dost toplantısında masalarda konuşulan tek film olmuştu hemen hemen. 1858 yılındaki köle ticaretini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren filmimizde, karı ve koca bir çiftin farklı farklı köle olarak satılmasını izliyoruz. Köleliğin ve ırkçılığın film süresince yerden yere vuruluyor olması da filmin izleyiciyi mest etme nedenlerinden birisi normal olarak. Doğal Trantino’nun Tarantino dokunuşu da filmi öteki ırkçılık temalı filmlerden ayıran en kilit noktası.
Agora / 2009

Alejandro Amenabar yönetimindeki film, 4. Y.Y.’da İskenderiye’de geçiyor. İskenderiyeli Hypatia‘nın güzelliğini ve unutulmazlığını ak perdeye taşıyan yapım, aslen tarihler süresince gezegende hanıma nasıl davranıldığını ve art plana itilmek istendiğini ilmek ilmek işliyor. Felsefeci, gökbilimci ve matematikçi bir kadının bir sürü adamın darbesiyle öldürülerek sokakta gezdirilen cesedinin eski dönem sahnesinde hatırlanacak bir yeri var. Ne güzel, ne akıllı ve geleceğe umutla bakıp, aydınlık nesiller yetiştirecek bir kadının, sırf hanım olduğundan dolayı yaşamış olduğu bu trajedi umuyoruz ki izleyenlere öğrenek olur ve bundan böyle kadının kıymetini ve mutlakiyetini kabullendirir.
To Kill a Mockingbird / 1962

Harper Lee‘nin benzer isminde kitabından uyarlanan filmin direktör koltuğunda Robert Mulligan‘ı müşaahade ediyoruz. 1930’lu yıllarda Alabama‘da cinsel hücum suçundan tutuklanan siyahi bir adam ve bütün halkın karşısında durarak bu adamı korumak için çaba sarfeden avukatın öyküsünü izliyoruz. Irkçılığın en üst noktada olduğu bu yıllarda, cinsel hücum suçuyla yargılanan bir insanın avukatlığını oluşturmak, hele ki ilkeli duruşundan taviz vermeden bunu oluşturmak normal olarak fazlasıyla ses getirecek bir vaka. Film çıkmış olduğu yıl de iç oluş suretiyle her dönem dikkat çekenler içinde yerini almış ve birden çok ödüle de layık görülmüştür.
Halam Geldi / 2013

Erhan Kozan‘ın yönetmenliğinde çekilen film, ülkemizin kanayan yarası olan çocuk gelin terimini ele alıyor. şimal Kıbrıs’ın köylerinden birinde yaşayan ve hemen hemen 13 yaşlarında olan Diyarbakırlı bir kız çocuğunun hazin öyküsünü seyrettiğimiz film süresince normal olarak bir taraftan göz yaşlarımızı tutamıyoruz fakat bir taraftan da içimizdeki öfkeyle ne yapacağımızı düşünmüyor değiliz. Çocuk gelinlerin trajedisinin yanında ayrıca akraba evliliklerinden doğan engelli ufaklıklara da değinen film adeta bir toplumsal mesuliyet projesi şeklinde izletiyor kendini. Başka bedenler üstünde hak iddia eden eril beyin yapısının yıkıcı neticeleri bir çok vakit da evlatların vücudunda tezahür ediyor hala günümüz şartlarında.
Goodbye Bafana / 2007

Cenup Afrika‘da geçen ve ırkçılığın iliklere kadar hissedildiği filmimizde, bir hapishanede gardiyanlık icra eden bayağı bir asker olan James’in öyküsünü izliyoruz. James’e asla ummadığı anda bir terfi gelmektedir ve James gittiği yeni hapishanede Nelson Mandela‘nın gardiyanlığını yapmış olacaktır. Siyahlara karşı ırkçı bir tutum içinde olan ve onları memleket için büyük bir tehdit olarak gören James’in bütün bu fikirleri ise Mandela’yı tanıdıkça değişime uğrayacaktır. Mandela’yla yakınlaştıkça James’e üstleri tarafınca baskılar gelmeye adım atar ve James, Mandela’nın otuz senelik özgürlük mücadelesinin içinde kendi öyküsünü yaşamaya adım atar. Bu filmle beraber özgürlüğün kitlelerin haiz olması ihtiyaç duyulan en en gerekli haklardan birisi bulunduğunu bir kez daha anlıyoruz.
The Believer / 2001

Ryan Gosling‘in başrolünde yer almış olduğu filmin anne konusu; bir insanın adım adım bir neo-Nazi’ye dönüşmesi. Aslen bir Yahudi olan Danny, minik yaştayken Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme öyküsünü kafasına oldukca takar ve okulu bırakarak anti semitizme gönül verir ve bu yol onu en sonunda neo-Nazi’liğe kadar götürür. İçindeki öfkeyle ne yapacağını şaşıran Danny’nin silahlanma ve inanılmış olduğu şey uğruna yolun sonuna kadar gidebilecek olan psikolojideki yapısını ise Gosling’in şahane oyunculuğuyla seyretmek filmi hususi kılıyor.
American History X / 1998

Tony Kaye‘nin yönettiği filmimizde başrolde Edward Norton‘ı izliyoruz. Gelmiş geçmiş en unutulmaz filmler içinde yer edinen film, babası siyahi bir uyuşturucu satıcısı tarafınca öldürüldükten sonrasında neo-Nazizm’e doğru ilerleyen bir insanın öyküsünü konu alıyor. Venice Beach neo-Nazi grubunun liderinin sağ kolu olarak devam eden Derek, işlerin çığrından çıkmasıyla beraber şiddetin dozunu da arttırmaya adım atar. Kendisinden istenenleri de oldukça itaatkar bir halde yerine getiren Derek, hapishaneye düştükten sonrasında kardeşi de onunla benzer yola sapar fakat girdikleri yol normal olarak doğru olan bir yol değildir. Irkçılık neticesi dağılan bir ailenin hüzünlü öyküsü olarak böylece beyaz perde tarihindeki yerini alır film.
Osama / 2003

Afganistan’da Taliban rejiminin hakim olduğu yıllarda bayanların yaşladıklarını bütün açıklığıyla gözler önüne seren filmin direktör koltuğunda Sedigh Barmak oturuyor. Bayanların evden ayrılırken yanında ne olursa olsun bir adamın olması şartı koyulan bayanlar, eğer adam akrabaları yoksa evden çıkamadıkları için ölüme bile mahkum bırakılıyorlardır. 12 yaşındaki kızıyla dul kalan bir annenin hiçbir adam akrabası yoktur ve ilave çaresi kız çocuğunu adam kılığına sokarak dışarıya salmasıdır. Taliban askerleri tarafınca yakalandıklarında canlarından olacak olan bu kız ve annenin hikayesi gerçek bir vakadan uyarlamadır.
12 Years a Slave / 2013

Steve McQueen‘in yönetmenliğini yapmış olduğu filmimizde New York‘ta hür olarak dünyaya gelen lakin sonrasında Washington DC‘de kaçırılıp köle olarak satılan siyahi bir insanın 12 senelik kölelik yaşamını izliyoruz. Solomun Northup‘un benzer isminde kitabından uyarlanan film, yazarın 12 sene süresince köle olarak çalmış olduğu yıllarını anlattığı anılarından meydana geliyor şu demek oluyor ki film bir bütün olarak gerçek vakalara dayanıyor.
ABD Square / 2016

Yunan milliyetçisi Nakozu’u merkezine alan filmin yönetmenliğini Yannis Sakaridis yapıyor. 38 yaşındaki Nakoz işi olmayan ve hala ailesiyle yaşamaktadır. Apartmanlarındaki göçmen ailelerin sayısının artması ise Nakoz’a git gide daha çok hastalık vermeye başlamaktadır. Etrafındaki Yunanistan’dan firar etmek isteyenlerin planlarına taş koymaya başlamış olan Nakoz, haddini aşacak şeylere el uzaklaştırıyor ve film böylece başlamış olabilmektedir.
Mine Vaganti / 2010

Ferzan Özpetek‘in mükemmel yönetimiyle beraber klasik bir İtalyan ailesinin, ailenin gelenekleri ve etik yapısı dışına çıkan oğullarının öyküsünü izliyoruz. Kendi fabrikalarına haiz olan burjuva bir aile ve onlara eşcinsel bulunduğunu açıklamaya işçi oğullarının hikayesi, aslen klasik Türk aile yapısıyla da benzerlikler gösteriyor. Amma ve lakin o şekilde bir gelişme olabilmektedir ki; biz kahramanımızdan bu itirafı beklerken öteki adam kardeşi o itirafı kendi adına yapıyor ve kalp organı krizi geçirip hastaneye kaldırılıyor. Bizim karakterimizin fabrikanın başına geçirilmesinden sonrasında yaşamış olduğu ikilemler ise izlenmeye kıymet bir film koyuyor ortaya.
Lilija 4-Ever / 2002

Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmin yönetmenliği Lukas Moodysson tarafınca yapılmıştır. Sovyetler Birliği’nde kıyı mahallerlerden birinde teyzesiyle beraber yaşayan ve bundan böyle onun baskısından bunalan 16 yaşlarında bir genç kızın öyküsünü izliyoruz. Lilya, bu baskılardan firar etmek için kendisini uyuşturucuya vermiştir. Bigün aşka düştüğü adam tarafınca İsveç’e kaçmaya ikna edilen Lilya, kaçtığı İsveç’te evvel pasaportu elinden alarak sonrasında da borçlandırılarak fuhuş batağına düşürülür. Film, sex kölesi haline getirilerek intihara sürüklenen Litvanyalı Danguole Rasalaite’nin gerçek öyküsünden uyarlanmıştır.
Milk / 2008

Gus Van Sant tarafınca yönetilen ve başrolünde Sean Penn‘in yer almış olduğu Milk; gey hakları idolü kabul edilen Harvey Milk‘in yaşamını konu alıyor. Harvey Milk, 1977’de eşcinsel bulunduğunu saklamadan, San Francisco kent Meclisine tercih edilen ilk üst düzey yönetici olmuştur. Bir tek eşcinsel hakları için değil, yaşlısından sendikalısına, işçisinden işsizine her önüne gelen için savaşarak, özgürlüğün anlamını genişleten Milk, 1978’deki ölümüne kadar bütün memleket için adeta bir karaman gibiydi.
İnsanlar hakları için ne yazık ki harp insanlık son derece sürecek. Her insanın eşit şartlarda doğduğu ve haklarına eşit şartlarda haiz olması şimdilik bir düş şeklinde görünse de kim bilir bir ihtimal bigün gerçekleşir ve dünya oldukca daha güzel bir yer olur. Bütün insan hakları ve özgürlüğü için savaşanlara slm olsun!
Kaynakça:
Wikipedia
Libido Dergisi
IMDB
Ekşi Lügat
Beyazperde