Hollywood 1. Sezon Değerlendirmesi

18 Eylül 1932 günü genç bir kadın efsanevi Hollywood tabelasının “H” harfinden atlayarak hayatına son verdi. Peg Entwistle isimdeki bu genç kadın tiyatro eğitim almıştı. Yükselmekte olan sinema sektöründe oyuncu olmak istiyordu, bu hayalle Hollywood’a gelmişti. Fakat işler istediği gibi gitmedi, rol alabildiği tek film olan Thirteen Women’ın vizyona girmesinden sadece iki gün sonra, yaşadığı hayal kırıklığıyla baş edemeyerek ihtihar etti. Yaşadıklarıyla Hollywood’un yarattığı hayal fabrikasının, pek de göründüğü gibi olmadığına, arka planda yaşanan karanlık olaylara dair somut bir simgeye dönüştü Peg Entwistle. Ve onun yaşadıkları tabii ki münferit bir durum değildi. Sonları Entwistle kadar trajik olmasa da Hollywood, en azından stüdyo sisteminin çöküşüne kadar birçok benzer olaya mekân olmuştu.
Televizyonun “altın çocuğu” Ryan Murphy ve Ian Brennan’ın yaratıcılığını birlikte üstlendikleri yeni Netflix dizisi de benzer bir hikâye anlatıyor. Büyük Buhran’ın üstüne bir de II. Dünya Savaşı’nın etkileriyle boğuşan ülkede hayallerini gerçekleştirmek isteyen birçok kişinin Los Angeles’ın yolunu tutuşuna odaklanıyor. Dizi de özünde yıldız olmak isteyen bir karakter üzerinden, dönemin Hollywood’unun genişçe bir panoramasını sunmaya koyuluyor. Bunu yaparken gerçek isimlerle kurgu karakterleri birbirine karıştırıyor ve alternatif bir tarih yazımına kalkışıyor.
Hollywood 1. Sezon Değerlendirmesi: Bir Tutam Pamuk Şeker
Hollywood, en azından bir figüranlık kapabilmek için her gün stüdyoların kapılarını aşındıran kalabalıklardaki birine, aynı zamanda savaş gazisi olan Jack Castello’ya (David Corenswet) odaklanarak başlıyor. Ve lafını gevelemeden tüm anlatı boyunca takip edeceği bir izlek olan seks ve sinema sektördeki başarı arasındaki ilişkiyi, bu karakteri merkezine alarak kuruyor. Bunu yaparken de çok zarif bir yol izlediğini söylemek güç. Zira ailesini geçindirmek konusunda zorluk yaşayan Jack, beklediği oyunculuk fırsatını bulamayınca, kendisi de benzer süreçler yaşamış ama oyuncu olamayacağını anlayınca benzinci görünümlü bir genelev açmış olan Ernie’nin yanında seks işçiliği yapmaya başlıyor. Ve hikâyenin devamında oyuncu olarak sektöre girişi de yine bu işi sayesinde tanıştığı bir kişi vasıtasıyla oluyor. Bu noktada “bedenini satmak” ile şöhret arasında bağlantı kuran anlatı, benzer hamleleri gerek yine aynı benzin istasyonu üzerinden gerekse ikili ilişkiler üzerinden birçok kez tekrarlıyor. Sektörde yükselmek için yapılması elzem bir şey olarak konumladığı olguyu, ahlaki bir sorgulama mekanizmasına dönüştürmek yerine, Hollywood dinamiklerini işaret etmek için kullanması, hatta buradan kuir bir damar açması yerinde bir tercih iken, bu temanın sürekli tekrar eden bir hâl alması bir noktadan sonra senaryo içinde fazlasıyla kolaycı görünmeye başlıyor.

HOLLYWOOD
Jack Castello’nun bireysel hikâyesiymiş gibi başlayan anlatı, bölümler devam ettikçe yeni karakterlerin katılımıyla genişliyor. Eşcinsel bir siyah olan, Jack’le aynı benzin istasyonunda çalışmaya başlayan senarist Archie (Jeremy Pope), ilk filmini çekme hayaliyle Hollywood’a gelmiş Filipin kökenli yönetmen adayı Raymond (Darren Criss) ve onun başarılı bir oyuncu olmak isteyen siyah kız arkadaşı Camille (Laura Harrier) ve diğer karakterler hikâyeye dâhil oluyor. Bu noktadan itibaren dizi, kişisel bir öykü anlatmak yerine Hollywood’a türlü hayallerle gelen bir grup gencin sektöre girme çabalarına odaklanmaya başlıyor. Bu karakterleri bir araya getiren de senaryosunu Archie’nin yazdığı, Raymond’un yöneteceği, Peg Entwistle’ın hayatını konu alan Peg isimli film oluyor.
Tabii ki bu süreçte, karakterlerin yollarının kesiştiği insanlarla, karşılaştıkları durumlarla birlikte resim genişliyor. Ahlaki değerlerini yitirmiş menajerler, aç gözlü yapımcılar ve Hays Kanunları gibi problematik olguları gözler önüne sererken ırkçılık, seksizm, homofobi gibi bugüne kadar gelen, Hollywood’un adeta damarlarına işlemiş sorunları da kapsamaya başlıyor. İşte bu noktada dizi, bu hâlâ yaşandığına inanamadığımız sorunların bugünlere kadar gelmeyeceği yeni bir tarih yazmaya başlıyor. Velhasıl bu alternatif tarih anlatısının takip ettiği kabul edilemeyecek kolaycılıktaki yol, diziyi politik anlamda bir fiyaskoya dönüştürüyor.
Camille’in Peg’in deneme çekimlerinde gösterdiği başarılı performans, çekilecek filmin, siyah bir oyuncunun Entwistle’e hayat veremeyecek olması sebebiyle hikâyede yapılan değişikliklerle Meg’e dönüşmesine neden oluyor öncelikle. Başrolünde siyah bir kadının oynayacak olmasıyla sosyal ve ekonomik olarak riskli hâle dönüşen proje, daha önce yine siyah olduğu için adı projede geçemeyecek olan Archie’nin kendi ismiyle var olacağı ve bu “cesur” hamlelerin tetiklediği bir kahramanlık yürüyüşüne dönüşüyor. Bu yürüyüşün kıvılcımını çakan isim ise Ace Studios’un başındaki isim Ace Amberg’ün (Rob Rainer) rahatsızlığı sebebiyle, yetkiyi geçici bir süre için eline alan eşi Avis Amberg (Patti LuPone) oluyor. Belli Ryan Murphy ve Ian Brennan, son dönemde ortaya çıkan skandallar ve #MeToo hareketinin etkisiyle kadın eliyle yaratılmış “yeni bir Hollywood mümkün” demek istiyorlar. Fakat bu tahayyülün hemen hemen her detayı o kadar sorunlu ki, kadınlara yapılan ayrımcılık, homofobi ve ırkçılık gibi konular, yüzyıllardan beridir süregelen sosyolojik bağlamından koparılıp, bir filmle patlatılabilecek birer sabun köpüğüne dönüşüyorlar dizinin finalinde. Meg’in başarısı dizi içerisinde bir “kendini iyi hisset” detayı olarak, daha minimal bir biçimde kullanılsa bu makul bir tercih olabilirdi; fakat adından itibaren bir sektörün ve dönemin panoramasını yaptığını ilan eden yapımda, Hollywood içindeki olumsuzlukları temsil eden herkesin ve her şeyin bu filmin etkisiyle iyileşmesi neredeyse gülünç görünüyor. Kadınların dizayn ettiği yeni bir Hollywood fikri kağıt üzeride güzel görünebilir. Ama dizide bu durumun herhangi bir hak mücadelesi sonucunda değil, ancak erkek yöneticinin rahatsızlığına bağlı olarak, yani ancak erkin kendinden kaynaklı bir problemin sonucu ortaya çıkması, dizinin kadın mücadelesine bakışını sorunlu bir noktaya çekiyor. Yukarıda bahsi geçen diğer sorunlara olan bağlamsız yaklaşım da dizinin yapmak istediği “devrimi” seyircinin ağzına çalınan bir tutam pamuk şekere çeviriyor.
Belli ki Murphy ve Brennan, Hollywood’un sorunlarını yine Hollywood’un kurallarıyla, bir kendini iyi hisset anlatısıyla alaşağı etmenin çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlar. Velhasıl, ortada bu sorunların bizzat Hollywood’un dinamikleri sebebiyle bugünlere kadar geldiği gibi bir gerçek var ve dizi bu devasa gerçeği bir şekilde görmezden gelmeye çalışıyor. Yazdığı alternatif tarih ile bu sorunları aşmak için bir kanal açmak yerine, onların yıkıcılığını görmezden gelip onlar karşısında neredeyse ciddiyetsiz bir tavır takınıyor. Bu bağlamda iyi niyetli olsa bile ziyadesiyle sorunlu bir çaba Hollywood. Kaş yaparken göz çıkarmıyor olsa da ilk birkaç bölümde sunduğu seyir zevki yüksek anlar ve açtığı kuir damarın yanında George Cukor’un efsanevi havuz partileri, Rock Hudson’ın sektöre girişi ve elbette sinema tarihine verdiği onlarca referansla göz boyamaktan öteye gidemiyor.