herdembilgiler Yazarlarından 2021’in En İyi Filmleri

2021 beyazperde adına mühim bir yıldı. Paolo Sorrentino’dan Jane Campion’a, Wes Anderson’dan Asghar Farhadi’ye pek oldukça ehil yönetmenin filmleri yanında ayrıca; Emma Seligman, Stephen Karam, Maggie Gyllenhaal’a pek oldukça sinemacının ilk filmlerini de bu sene izledik ve “ herdembilgiler” ekibi olarak, 2021 senesinde festivallerde, vizyonda ve dijital ortamlarda seyrettiğimiz filmlerden en oldukça beğendiklerimizi derledik.
Ayşegül Ongun
The Worst Person in The World (Verdens Verste Menneske), Joachim Trier
Çağdaş dönemin bunalımını, genç bir kadının erişkin olma, kendini bulma çabası ve ikili ilişkileri üstünden özetleyen muhteşem, harikulade bir yapım. Hem duygusal hem kalp burkan aynı zamanda gülünç teferruatlara haiz. Başrolü oldukça iyi taşıyan Renate Reinsve’in performansı dikkate kıymet. Çağdaş zamanların üzerimize yıktığı erişkin olma kalıplarıyla ve toplumsal cinsiyet rolleriyle de birazcık dalga geçen, keyifle izlenebilecek bir film. Bana bakılırsa senenin en dikkat çekici ve başarıya ulaşmış yapımlarından.
The Hand Of God (È stata la mano di Dio), Paolo Sorrentino
Meşhur İtalyan direktör son olarak ve en bireysel filmini Netflix’te gösterime sokmayı seçti. Sinematografik olarak inanılmaz bir görsellik sunan filmi beyazperde ekranında izleyememek bizi üzse de filmin büyüklüğü ekranı doldurmaya yetiyor. Kendi yaşam hikayesinden de yola çıkarak meydana getirdiği öykü hem oldukça gülünç aynı zamanda oldukça sarsıcı öğeleri bir arada barındırıyor ve aile, yitik, matem kavramları üstüne söyleyecekleri var. Bana bakılırsa senenin en etkisinde bırakan yapımlarından. Napoli şehri ise filmimizde başrolü kapıyor ve güzelliğiyle seyirciyi büyülüyor.
Titane, Julia Ducournau
Titane mutlak surette oldukça yürekli ve seyirciyi zorlayan bir yapım. Pandemi döneminde beyazperde dünyasının üstüne çöken rehaveti bıçak şeklinde kesti demek mümkün. Uzun vakit sonrasında bizi yaratıcı senaryosuyla heyecanlandıran ve alt metinleriyle düşündüren işleri müşahade etmek güzel. Beyaz perde tarihinin en cool anti-kahramanı olmaya aday Alexia’yı ve onun yolculuğunu seyretmek ise soluk kesici. Kesinlikle görülmesi gerek.
Berna Balkaya
Bergman Island, Mia Hansen-Løve
Gerçek ve hayalin bazen birbirine karıştığı film, bu yıl Antalya Film Festivali’nde en sevdiğim filmlerden biriydi. Bir Ingmar Bergman hayranı olarak normal olarak bu filmi kaçıramazdım. Filmimizde bol miktarda Bergman’la ilgili anektodların geçmesi de filmin tadına tat katmış.
Shiva Baby, Emma Seligman
Karakterlerin bütününün ince elenip sık dokunarak yazıldığını net bir halde gördüğümüz bu siyah güldürü film 2021 senesinde en sevdiğim güldürü yapımı oldu diyebilirim. İnce göndermeler, baş yorulmuş espiriler ve şahane kurgulanmış yapısıyla “Shiva Baby” unutulmazlarım içinde yerini aldı.
The Father, Florian Zeller
Anthony Hopkins’e en iyi adam artist branşında mükafat getiren bu film, 2021’e asla kuşkusuz ki damgasını vuran kuvvetli bir yapım oldu. Tiyatro sahnesinden ak perdeye aktarılan yapım, minimum tiyatro sahnesindeki kadar sarsıcı bir halde aktarıldı seyirciye. Serinin art kalanları olan “Anne ve Oğul” için de kolları sıvadığını ifade eden direktör umuyorum ki bu heyecanımızı en kısa zamanda dindirir.
Druk, Thomas Vinterberg
Mads Mikkelsen’in şahane oyunculuğuna uzun uzun değinmek arzu ederdim fakat ne yazık ki işte sırf bunun için yerim yok. Beni en oldukça etkileyen filmlerden birisi oldu 2021’de Druk. Konusu itibariyle dikkatleri çeken, sonrasında ise izledikçe dönemin nasıl geçip gittiğini anlamadığımız bir yapım. Benim için hususi olmasının bir öteki sebebi ise; kısa sürede kaybettiğim oldukça yakın bir arkadaşımla beraber nihayet seyrettiğimiz film olması.
Eren Siyah
Druk, Thomas Vinterberg
Thomas Vinterberg ve Tobias Lindholm’ün yazdığı, Vinterberg’ün yönettiği ve başrollerinde Mads Mikkelsen, Thomas Bo Larsen, Magnus Millang, Lars Ranthe şeklinde adların bulunmuş olduğu Druk, seyircisini de alkole susatacak kadar depresif bir film. 2021 senesinde izlediğim, izlerken beni sarsan ve yıkan filmlerden oldu. Hemen hemen izlemeyen var ise izlemesini şiddetle önerebileceğim bir hüzün filmi.
The Worst Person in the World (Verdens Verste Menneske), Joachim Trier
Bu sefer Eskil Vogt ve Joachim Trier ikilisinin senaristliğini değindiği, direktör koltuğunda Joachim Trier’in, başrollerinde ise Cannes’dan En İyi Hanım Artist Ödülü’nü alan Renate Reinsve ve Anders Danielsen Lie’nin bulunmuş olduğu The Worst Person in the World’ü listeme yazabilirim. Aynı zamanda öyleki bu şekilde karalamak değil, son derece şiddetli biçimde! İskandinav sinemasında mühim atılımların bulunduğunu, hüzün ve komediyi harmanlayarak oldukça iyi işler yaptığını bu iki filmden bile idrak etmek mümkün. Hemen hemen rotasını bu yöne çevirmeyen var ise 2021 senesinde çıkan bu iki filmle enteresan bir serüvene çıkabilirler. Öyleyse, hadi partiye gidelim!
The Father, Florian Zeller
Hem senaristliği bakımından aynı zamanda Anthony Hopkins’in Oscarlık, Olivia Colman’ın ise asla aşağı kalır bir yanı olmayan performansı olanakları sayesinde The Father da 2021 senesine damga vuran filmlerden birisi benim için. Yaşlanacağız, öleceğiz ve kim bilir bu tarz şeyleri asla hatırlamayacağız!
Lux Aeterna, Gaspar Noé
Gaspar Noé’nin tarzına ve yaratımlarına olan hayranlığım adına, orta metraj olan bu çılgın işi filmini de buraya koyacağım. Senaryo bakımından öteki işlerine nispetle pek beğenmediğim lakin kurgu tekniği bakımından enteresan bir iş yarattığını düşündüğüm ortalama 58 dakikalık bu filme de bir talih verilebileceğini düşünüyorum. Charlotte Gainsbourg ile emek vermesi da önerim mevzusunda belirleyici bir ölçek konumunda.
Eylül Başkaya
Petite Maman, Céline Sciamma
Petite Maman sekiz yaşındaki Nelly’nin bakış açısından vedalar ve tekrardan bir araya gelişler üstüne düşünen samimi ve sakin bir gelişme öyküsü. Anneannesinin kaybı arkasından annesinin büyümüş olduğu evde birkaç gün geçirmek zorunda kalan Nelly, aniden ortadan kaybolan annesinin yokluğuyla onun çocukluğunun geçmiş olduğu yolların izini sürerek başa çıkıyor. Yalnızca yetmiş iki dakikalık bu öykü çocukluğa özgü merakı, heyecanları, endişeleri, kalp organı kırıklıklarını, oyun arkadaşlığını ve sevgiyi gerçek-üstü bir anlatının perdesinden sağlıyor.
The Worst Person in the World (Verdens Verste Menneske), Joachim Trier
Oslo üçlemesi’nin nihayet halkası The Worst Person in the World’ün 12 bölüme bölünmüş anlatısında yirmili yaşlarının sonlarındaki Julie aşk, kariyer, beklentiler ve baş karışıklıkları örüntüsünde kendini bulmaya çalışmakta. The Worst Person in the World enerjisini bir genç yetişkinin yanıtsız bir probleminin ardında çıkmış olduğu seyahat üstüne kurulu bu evrensel ve klişeleşmiş hikayeyi uğraşsız bir içtenlik ve kimi yerlerde rahatsız edici bir gerçekçilikle çerçevelemesinden alıyor.
tick, tick…BOOM!, Lin-Manuel Miranda
ıslak alabilmek, yaşamın akışına yetişemeyecek olmaya duyulan ürkütücü, kaçmaması için sıkı sıkıya tutulan her fırsat, düş kırıklıkları ve müzik: Yirmilerinin ortasından beri üstünde çalmış olduğu müzikalini tamamlamaya işçi Jo için yaşamı patlamasına birkaç saniye kalmış bir saatli bombayla benzer odada durmaya eş kılan her şey. Tick, tick…boom!, Rent’in yaratıcısı Jonathan Larson’un otuz yaşına girmeden derhal evvel yazdığı otobiyografik müzikalini beyaz perdenin diliyle tekrardan kurarak Larson’ın anısına göz kırpıyor. Larson’a yazılmış bu acıklı ve cesaret verici “teşekkür notu” şüphesiz 2021’in duygusal açıdan en güçlü işlerinden birisi.
Flee, Jonas Poher Rasmussen
Jonas Poher Rasmussen’in animasyon-belgeseli Flee’nin mütevazı ve minimal çizgileri gerçek bir konunun ağırlığını resmediyor. Rasmussen’in üniversite arkadaşı Amin’in Afganistan’daki dahil harp esnasında Danimarka’ya kaçış yolculuğunu dinlediği röportaj üstüne kurulmuş olan film, Amin’in hikayesinin özündeki ilinti meselesine işaret eden bir soruyla açılıyor: “Konut senin için ne demek?”. Flee’nin şimdiki vakit ve Amin’in geçmiş hatıraları içinde gidip gelen anlatısı, benzer hatıralar üstünden kaçış fikrini memleket sınırları tarafınca belirlenen fizyolojik kaçışın da ötesine geçerek geçmişten, şimdiden ve kendinden kaçmanın ne anlama gelebileceğini de irdeliyor.
Shiva Baby, Emma Seligman
Emma Seligman’ın ilk uzun metraj denemesi Shiva Baby eşine azca rastlanır türden bir komedi-gerilim örneği. Seligman, filmin kafa karakteri Danielle’i tanımadığı bir akrabasının cenazesinden sonrasında düzenlenen şivada bir heyecan filminin reçetesini uygulayarak takip ediyor. Shiva Baby’nin cazibesi de şüphesiz Seligman’ın ezbere kurulan cümleler ve tepkisi merak edilmeyen sorular, samimiyetsiz kafa sağlığı mesajları ve bol miktarda bagel ile dolu bir odada geçen birkaç saati alışılmadık bir çerçeveden sunmasında yatıyor.
Gökçe Erdoğan
The Worst Person In The World (Verdens Verste Menneske), Joachim Trier
Bu filmi, her insanın kendisinden bir şeyler bulabileceği ve hayatta nereye gittiğini bilmeden ilerleyen Julie karakteri olanakları sayesinde oldukça sevdim. Joachim Trier’in üçlemenin ilk iki filmimizde de olan anlatıcı tarzını koruması, ünlü koşma sahnesi, Renate Reinsve’nin ve Anders Danielsen Lie’nin performanslarıyla benim 2021 favorim oldu.
C’mon C’mon, Mike Mills
Bir radyocu ile bir süredir görmediği kız kardeşinin oğlu olan yeğeninin birkaç gün içinde aralarında meydana gelen bağları özetleyen film, hayata olan nazar açısıyla beni etkiledi. Filmi, Mike Mills’in karakterlerine olan fazlasıyla anlayışlı yaklaşımıyla ve evlatların dünyasını ciddiyetle ele almasıyla ve genç artist Woody Norman’ın performansıyla oldukça sevdim.
The Green Knight, David Lowery
Kral Arthur efsanelerinin karakterlerinden önde gelen Gawain’i özetleyen filmin fantastik orta devir atmosferi en etkisinde bırakan yönlerinden birisi. Gawain karakterini canlandıran Dev Patel aklıma kazınan bir performansa haiz. Film, görsel başarısının yanında hem coşku yaratmayı aynı zamanda mevcud bir efsaneyi değişik bir halde yorumlamayı başarıyor.
The Hand Of God (È stata la mano di Dio), Paolo Sorrentino
Paolo Sorrentino’nun kendi hayatından ögeler barından filmi beni capcanlı ve değişik karakterleri ile elde etti. Anne karakterin geniş ailesinin hep beraber olduğu sahneleri ve Napoli’nin Maradona heyecanını seyretmek fazlasıyla keyifliydi. Filmimizde, Fabietto’nun beyaz perdeye yönelme aşaması ve film yapma isteğine dair konuşmalar da oldukça güzeldi.
The French Dispatch, Wes Anderson
Wes Anderson’ın kendine özgü tarzını en iyi ortaya koyan filmlerinden birisi olarak daha ilk sahnesindeki prodüksiyon tasarımı ile bana kendini sevdirdi. Filmdeki hikâyeler birbirinden enteresan ve sürükleyici biçimde ilerledi. Bilhassa Benicio Del Toro’nun yer almış olduğu öykü hem onun performansıyla aynı zamanda umumi yapısıyla oldukça güzeldi.
H.P. deli
Go Seppuku Yourselves, Toshiaki Toyoda
Koronavirüs periyodu süresince Japon hükümetine olan öfkesini simgesel olarak bir samurai üstünden çıkaran Toşiaki Toyoda’nın bu kısa metraj filmindeki her bir teferruat izleyiciyi her saniye şaşırtıyor. Senenin açık fasıla en iyi filmlerinden birisi.
The Sparks Brothers, Edgar Wright
Edgar Wright’ın, inanılmaz bir arka pop / glam rock / öteki her tür müzik grubu olan Sparks üstüne yapmış olduğu keyifli bir biyografi. Röportajlar için gelen konuklar ve keyifli animasyonları da seyir zevkini arttırıyor.
Censor, Prano Bailey-Bond
Prano Bailey-Bond’un ilk uzun metrajı olan bu filmimizde meta-korku ve ruhsal heyecan unsurları ustaca işlenmiş. 80’li yılların video-nasty akımına ve umumi olarak ürkütücü filmlerine de içeriğinde var olan göndermeler de türün hayranlarını etkileyecek türden.
107 Mothers, Peter Kerekes
Ukrayna’daki bir hapishanenin anneler için ayrılmış koğuşunu filmimizde inceleyen Peter Kerekes, belgeselcilik ile tasarı filmin arasındaki sınırları ustalıkla kırıyor. Filmin prodüksiyon tasarımı, renkleri ve bilhassa çocuk oyuncuların performansı göz dolduruyor.
Mustafa Sayır
The Hand of God (È stata la mano di Dio), Paolo Sorrentino
“Ne çekse izlerim” diyebileceğiniz kaç direktör sayabilirsiniz ki hayatta? Paolo Sorrentino benim listemin aslına bakarsan başlarındaydı sadece bu sefer kadrajına futbolun peygamberi Diego Maradona’yı, çocukluk nostaljisini ve beyazperde sevgisini yerleştirdiği hikayesiyle beni adeta kalbimden elde etti. Sorrentino ile ikimizinki benzer posterin gölgesinde gecen bir çocukluk. Ve Sorrentino’nun da konusunda gösterdiği şeklinde; ne kadar büyürsen büyü çocukluğunun poster adamlarını unutamıyorsun. Peki ya sevdiklerini kaybettikten sonrasında gelen o yalnızlık hissi. İşte o da her dilde, her yerde benzer…
The Worst Person in the World (Verdens Verste Menneske), Joachim Trier
Joachim Trier’in filmi sade bir insan öyküsünü eksenine oturturken; ısıyı ve samimiyeti ile izleyiciyi sarıp sarmalıyor. Shakespeare’in söylediği şeklinde; hayat her insanın kendi hikayesinin başrolünü oynadığı bir sahne. Sahneye girenler, atlayanlar… Hep orda olanlar… Sahneden çıkanlar, çekilenler… ardında bıraktıkları… Hikayeler, anlamış olur ve anılar… Fakat illa ki, iz bırakanlar…
Drive My Car (Doraibu mai kâ), Ryûsuke Hamaguchi
Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü hak ederek alan yazın uyarlaması film, insan benliğinin gizli saklı dehlizlerine usulca sızan unutulmaz bir yalnızlık senfonisi. Yusuke, Oto, Koji ve Misaki’nin ifadesiz suratlarıyla hayata ve ilişkilere dair bu kadar oldukça şey anlatmaları filmin adını senenin efsaneleri arasına yazmamıza yetiyor.
A Hero (Ghahreman), Asghar Farhadi
Farhadi’nin hemen hemen resmi olarak gösterime girmese de 2021 senesinde internasyonal festivallerde arz-ı endam eden, Cannes’da seçici kurul Büyük Ödülü’nü alan, vatanımızda de Filmekimi kapsamında gösterilen nihayet filmi Kahraman, yönetmenin kendine özgü beyazperde dilinin arşa değdiği bir yapım. Film senaryo ahengi ile izleyiciyi adeta yerine mıhlarken; Farhadi için de beyazperde sanatının bütün inceliklerini ortaya koyduğu bir ustalık eseri hüviyeti kazanıyor. Direktör, Kahraman ile Yabancı Dilde En İyi Film heykelciğine üçüncü kez kavuşur mu kim bilir fakat filmin gişe gösterimine gireceği 2022 senesinde oldukça ses getireceği bir gerçek.
The Power of the Dog, Jane Campion
Dune, The Matrix Resurrections, Titane şeklinde bütçesi kabarık yapımların ak perdeyi domine etmiş olduğu 2021 senesinde, Jane Campion’un maskülenliğin kötücül taraflarına yoğunlaşan neo-western’i bana bakılırsa senenin en iyi sinematografiye haiz filmiydi.
Çatlak, Fikret Reyhan
2020 yılında yapılmış olmasına karşın 2021 senesinde online ortamlarda gösterilmeye başlanan Çatlak, şehir hayatına tutunmaya işçi orta-alt derslik bir ailenin oturma odasına objektif dayayan turk yerli bir yapım. Değişen aile anatomisinin kılcallarına kadar giren film, yarattığı mikro-kozmos ile aslen başkalaşan toplumsal hayata da anlamlı bir büyüteç tutuyor. Filmin özenli çekim tekniği ve beyazperde dilindeki akıcılık bizi turk yerli beyazperde adına bahtiyar ederken, yönetmeni de bundan böyle yapacağı filmler için yakın takibe almamızı sağlamış oldu.
Tuğba Yılmaztekin
Petite Maman, Céline Sciamma
“Alev Almis Bir Genç Kızın Portesi” ile adını hafızalara kazıyan Céline Sciamma imzalı filmin merkezinde çocukluk ve matem var. oldukça sakin ilerleyen bu sade anlatımlı filmin hissettirdikleri ise damakta kalıyor.
Çatlak, Fikret Reyhan
Fikret Reyhan’ın ikinci uzun metraj filmi “Çatlak” övgülerin yanısıra eleştirilerin de merkezinde yer ediniyor. Film insana tam manasıyla sıkışmış ve gerilmiş hissettirirken bu aile ne kadar tanıdık demekten de kendini alamıyor insan. Bana kalırsa filmi başarıya ulaşmış kılan şey senaryodan ziyade oyuncuların performansı olmuş.
Filmin kameramanlarindan bu yıl yaşamını kaybeden Göktuğ Bakan’in anısına saygıyla…
Seni Buldum Ya, Kurtuluş Erdem
Kurtuluş Erdem’in nihayet filmi olan Seni Buldum Ya bir pandemi filmi. Bu tanımı fazlasiyla hakeden film Dünya Sineması için de bir misal teşkil eder özellikte. Bütün imkansızlıklara karşın ortaya koyulan eserin gelecek yıllarda beyazperde derslerine mevzu, bahis olması olası.
Cuatro Paredes, Matthew Porterfield
Matthew Porterfield’in 20 dakikalık hemen hemen tek mekanda geçen kısa filmi bununla birlikte tek bir oyuncuya haiz. Film özetlemek gerekirse “gizemli” ve “alışılmadık”.
Yaren Çay
Sen Ben Lenin, Tufan Taştan
“Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niçin kanar?”. Akçakoca’da bir hayalet dolaşıyor! 90’lı yılların başlangıcında Sovyetler döneminde denize atılan ve 2008 senesinde Akçakoca Sahili’ne vuran Lenin heykelinin öyküsünü, yazar Sulh Bıçakçı ve direktör Tufan Taştan senaryolaştırmış. Filmin çekimi uzun süreden beri planlanmış. Polisiye kurgu ve siyah gülmece ile bir ülkemiz resmi çizilmiş. Filmin sonu kalbimize dokunuyor. Bu senenin turk yerli filmi benim için Sen Ben Lenin oldu.
Drive My Car (Doraibu mai kâ), Ryûsuke Hamaguchi
Film adını Haruki Murakami’nin ‘kadınsız erkekler’ adlı hikaye kitabının ilk öyküsünden alıyor. Beatles’ın Drive My Car’ı bu. Filmimizde referans olarak alınan Çehov’un Vanya Dayı oyunun içinde buluyoruz kendimizi. Sanat niçin olduğu bilinmektedir? Pişmanlık, matem, yüzleşme temaları; anlayabilmek ve anlaşılabilmenin mümkün olup olmadığı noktasında ustaca işlenmiş.
Apples (Mila), Christos Nikou
İnsanlarda ani bellek kaybedilmesine yol açan bir hastalık memleket çapında bir salgın yaratmıştır. Karakterimiz Aris, hastalara yeni kimlikler inşa etmelerine muavin olan bir programın içinde buluyor kendisini. Yorgos Lanthimos’un sağ kolu Christos Nikou’dan bellek,kimlik,kişilik,matem kavramlarına yoğunlaşan çağıl cemiyet eleştirisi. Dipnot: Elma hafızaya iyi gelmektedir.
Shiva Baby, Emma Seligman
Emma Seligman’nın ilk uzun metraj filmi. Yahudi cemaati içindeki genç kızın çevresiyle yaşamış olduğu çatışma, mizahi bir üslupla anlatılıyor. Film ilişkili en dikkat çekici nokta, hepimizin yaşamış olduğu, rahatsız ediciliği oldu.
herdembilgiler Ekibi olarak bolca sinemalı bir sene diliyoruz…