Gölgede Kalmış Usta İşi 10 Suç Filmi!

Gölgede Kalmış Usta İşi 10 Suç Filmi!

“Her insan suçludur. Masum doğarlar, sadece bu oldukca uzun sürmez.”

-La Cercle Rouge-

REKLAM ALANI

Gölgede Kalmış ehil İşi 10 Kabahat Filmi

İnsanın masumiyetten uzaklaşması görkemli bir hikayedir. Kişinin arzuları, içsel çatışmaları, toplumun üstündeki tesiri bu metamorfozik öykü süresince gözler önüne serilirken bu değişiklik insanı ve çevresini daha iyi anlamamızı sağlar. Kabahat filmleri de bizi bu yolculuğa çıkartır. Her film bu hikayeyi değişik nazar açılarıyla ele alır. Kimisi bireyi ve onun öyküsünü ele alarak suçun içsel etmenlerine odaklanırken kimisi ise toplumun ve dış etmenlerin insanı nasıl değiştirdiğini ele alarak toplumsal bir eleştiri ortaya çıkarmaktadır.

Kabahat filmleri beyazperde zamanı süresince yönetmenlerin ve izleyicilerin favori janrlarından birisi olagelmiştir. Yükselen heyecan, daralan çemberler ve sertlik izleyiciyi monitöre sıkı sıkıya bağlarken yönetmenin ifade etmek istediklerini ve mesajlarını, değişik sinemasal teknikler üstünden seyirciye son derece kuvvetli ve etkili bir halde aktarmasına imkan sağlar. Beyaz perde zamanı süresince kabahat janrası bir oldukca görkemli eser ortaya çıkarmıştır. Bu filmlerden bir kısmı üne ve şöhrete kavuşmuşken bir kısmı ise birazcık daha gölgede kalmıştır. Bu yazımda nispeten gölgede kalmış fakat ehil işi kabahat filmlerinden 10 tanesini sizinle paylaşacağım;

Miller’s Crossing (Coen Kardeşler, 1990)

Coen Kardeşler değişik janrları harmanlama mevzusunda beyaz perdenin altın çocuklarındandırlar. Komedik, dramsal öğeleri heyecan ve şiddetle çok büyük bir akıcılıkla birleştiren ikili, Miller’s Crossing ile son derece samimi, içten ve duygusal bir kabahat filmi ortaya çıkarmışlar. 1920-1930 yılları arası içki yasağı süreci Amerikasında geçen film, duygusuz ve kalpsiz birisi olarak tanımlanan bir mafya danışmanı olan Tom Reagen üstünde şekillenir.

His yüklü müzikler, toprak tonları ve karakterler arası bağlar ile cana yakın fakat hem de yırtıcı bir ifade yakalayan film, bu ifade üstünden Tom’un dahil dünyası ve sıkışmışlığını da seyirciye sade fakat sürükleyici bir halde aktarır. Öykü ilerledikçe, bir tek kendi menfaatleri doğrultusunda devinim eden birisi olarak görünen kapalı kutu Tom’u daha iyi anlarız. Coen Kardeşler filmin hikayesi ve Tom’un dahil dünyasını paralel hikayeler olarak anlatıp su yüzüne çıkartırken bu gaddar, ölüm ve yaşamın dahil içe olduğu gezegende bile duyguların, sevginin ön planda bulunduğunu anlatarak hüzün ve kabahat harmanı muhteşem, harikulade bir film yaratmışlardır.

Sexy Beast (Jonathan Glazer,2000)

“Under The Skin” filmi ile sükse yapmış olan direktör Jonathan Glazer’ın yönettiği Sexy Beast hakkaten de değişik bir suç konulu bir filmdir. Kabahat dünyasından elini ayağını çekip İspanya’da inzivaya çekilen Gal yaşamını yaşamaktadır. Oldukca sevilmiş olduğu bir eş, güzel bir ev ve bol miktarda gün ışığına haiz olan Gal’in yeni yaşamı ise geçmişindeki şeytanların üstüne doğru yuvarlanan bir kaya şeklinde kendisini bulmasıyla değişecektir.

Gal’in eski iş arkadaşlarından birisi, hakiki bir psikopat olan Don, nihayet bir iş için Gal’i ikna yapmak eylemek suretiyle İspanya’ya gelmektedir ve tüm huzurun içine eder. Ben Kingsley’nin Don görevi ile çok büyük bir performans sergilediği film, kabahat dünyasından kaçmanın ne kadar güç bulunduğunu Gal’in içsel çatışmaları ile anlatır. Absürd, gülünç ve nispeten azca aksiyona haiz olan film, sırf Ben Kingsley’nin performansı için bile izlenebilir.

La Cercle Rouge (Jean Pierre Melville, 1970)

Jean Pierre Melville’i kabahat filmlerinin “Godfather”ı olarak tanımlarsak {hiç de} abartmış olmayız. Melville bu film janrsını yükselten yönetmenlerin öncülerindendir ve Scorsese, Copolla şeklinde bayrağı devralacak yönetmenlerin idolü olmuştur. Amerikan siyah filmlerine fanatik olan Melville, Fransız “Yeni Dalga” sinemasının da öncülerindendir ve Amerikan siyah filmlerini Yeni Dalga sinemasal teknikleri ile parçalayarak kendine özgü, örneksiz bir beyazperde yaratmıştır. La Cercle Rouge’da Melville’in sinemasının en görkemli eserlerinden biridir.

Film, bir soyguna katılışım göstermek sözüyle gardiyanı tarafınca hapisten erken salınan ehil soyguncu Corey ve polisten kaçan Vogel’in talih eseri yollarının kesişmesi ile ekip olmasını ve soygunu gerçekleştirmelerini anlatır. La Cercle Rouge, Melville’in bir çok filmi şeklinde eforsuz bir havalılığa haizdir. Filmin her karesi, her çekim hikayeden bağımsız olarak izleyiciyi içine çeker, gangster dünyasının çekiciliğini son derece “Fransız” bir biçim ile hissettirir. Melville’in örneksiz tarzının bir başka göstergesi ise filmdeki diyalogların azlığıdır. Diyaloglar kısıtlıdır şundan dolayı karakterler kelimeler ve fikirler üstünden değil aksiyonları üstünden tanımlanır.

Bu teknik karakterleri anlatılan öykü içine kısıtlarken, deterministik denebilecek bir kurgusal seviye ile hür iradeyi ve seçimleri ortadan kaldırır, karakterleri onlar için belirlenmiş sona doğru götürür. Filmi bu kadar havalı icra eden etmenlerden birisi de budur. Corey, hiçbir süre duygularını seyirciye yansıtmaz, başına ne gelirse gelsin yolundan sapmaz, bu da onu havalı ve çekici icra eden etmenlerin önderlik yapar şundan dolayı hemen hemen insan gerçekliğine karşıtlık bir durumdur. Alain Delon(Corey) ve Gian Maria Volante (Vogel) şeklinde devrin en karizmatik aktörlerinden ikisinin bir araya gelmiş olduğu bu film, son derece Fransız, son derece gangster ve son derece havalıdır.

Mean Streets (Martin Scorcese,1973)

Eğer ki Jean Pierre Melville kabahat filmlerinin vaftiz babası (Godfather) ise, Martin Scorcese ise babanın ta kendisidir. Gangster filmleri denince akla ilk gelen ad olan direktör seneler içinde biz seyircilere bir sürü başyapıt sunmuş olsa da, her şey Mean Streets ile adım atmıştır. Scorcese’nin ilk gangster filmi olan Mean Streets, yönetmenin çeşitli başyapıtlarının gölgesinde kalsa da yakaladığı başarı ve özgünlüğü elde eden tekniklerinin en sade ve gözler önünde olduğu eseridir.

Bir çok direktör için mekan ve atmosfer, karakter ve hikayeyi destekleyici birer öğe iken Scorcese, tam tersi bir teknik ve perspektif ile karakterler ve öykü vesilesiyle mekan ve atmosferi yansıtır. Mean Streets bu tekniğin en belirgin örneklerinden biridir. Film birkaç küçük çaplı gangster üstünden New York’u, gangsterliği ve İtalyanlığı anlatır. vaka örgüsü, uzun çekimler, dahil içe giren sesler ve değişik sinemasal teknikler bütünü biz seyircileri New York’ta yaşayan İtalyan gangsterlerin yaşam tarzını ve yaşadıkları ortamı yansıtabilmek için kullanılır. Karakterler ise bu çevrenin kuralları ve gerçeklerini açıklamakta destek sunar.

Harvey Keitel’in karakteri Charlie zirveye tırmanmak için neler hazırlanması icap ettiğini gösterirken, Robert De Niro’nun karakteri Johnny Boy ise kurallara uyulmaz ise neler olacağını ifade eder. Scorsese sinemasını seven her insanın ne olursa olsun izlemesi ihtiyaç duyulan bir film olan Mean Streets hem de hemen hemen elli seneye yayılacak olan Scorsese-De Niro işbirliğinin ilk meyvesidir. De Niro çok büyük bir performans ortaya koyarken, ikilinin bir sonraki ortaklık olacak olan “Taxi Driver” filmindeki Travis Bickle karakterinden de enstantaneler ortaya koyar.

Pusher (Nicolas Winding Refn, 1996)

Pusher, “Drive” ve “Bronson” şeklinde filmlerden tanıdığımız eksantrik direktör Nicolas Winding Refn’in ilk uzun metrajlı filmidir. Film hemen hemen bir biyografi edasıyla adım atar ve bizlere iki uyuşturucu satıcısı olan Frank ve Tonny’nin günlük hayatlarından bir haftayı gösterir. Keyifli ve gülünç bir tonla süregelen film, Frank’ın bir mafya babası olan Milo için yapmış olduğu bir işin ters gitmesiyle ani ve keskin bir ton değişikliğine gider.

Bu iş Frank’ın başına istikbal olan talihsizlik serisinin ilk adımıdır ve bu andan itibaren film umarsızlık, yalnızlık ve anksiyete duyguları tarafınca yönlendirilmeye başlarken Refn tüm bu duyguları Frank karakteri üstünden biz seyirciye yansıtır. Film her yeni günü biz seyircilere kara bir monitöre yazarak hatırlatır, Frank her gün daha da çaresizleşir ve yalnızlığı onu her gün sona bir adım daha yaklaştırır.

Gomorra (Matteo Garrone, 2008)

İtalyan sinemasının nihayet dönemdeki yükselen yönetmenlerinden kabul edilen Matteo Garrone, Gomorra ile Amerikan sineması tarafınca yüceltilen, süslendirilen İtalyan mafyalarını adeta bir Hollywood anti tezi edasıyla ele alıyor. Napoli banliyölerinde, Courbusier mimarisinin bir örneği olan oldukca daireli bir yapıdaki mafyalaşmayı ve mafya yaşamını ele alan film, yapısal olarak da Coubusier mimarisinden izler taşıyor.

kent planlaması ve taşra mimarisinde bir devrim niteliği taşıyan Courbusier Mimarisi, şıklığı, zarafeti ve estetiği ikinci plana atarak verimli ve düzgün biçimde kent planlamalarını mümkün kılan yapılara odaklanan bir akım. Garrone’de filmini Courbusier Mimarisi’nin en gerekli prensiplerine nazaran meydana getiriyor ve Amerikan sinemasının İtalyan mafyalarına yüklediği tüm zarafet, şıklık ve estetiği çıkartarak İtalya’da ki mafyaların gerçek hikayesine yoğunlaşıyor.

Mafyayı yalınlaştırırken sertliği ve etkinliği arttıran Garrone, hem de bu mimari anlayışında hizmet etmiş olduğu toplumu sınıflaştırma anlayışının insanları nasıl da suça ittiğini ele alıyor. Tercih ettiği mekanı ve temsil ettiklerini filmine direkt ve akıcı bir halde aktaran Garrone gangsterler üstünden efektif bir cemiyet eleştirisi gerçekleştiriyor. Bir çok kabahat filmi gangsterleri ve çevrelerini değişik bir dünya şeklinde aktarmaya çalışırken, Garrone son derece gerçek olan günümüz dünyasının gangsterleri nasıl şekillendirdiğini yansıtıyor. Hakkaten de değişik bir kabahat filmi.

Pixote (Hector Babenco,1980)

Pixote, kim bilir bu sıralama içindeki en acıklı, hem de en gerçek film. Bir biyografi edasıyla çekilmiş olan film, Brezilya’nın en büyük şehri olan Sao Paolo’da geçiyor ve ıslahevlerinde yaşayan evlatların hayata tutunmak için vermesi ihtiyaç duyulan savaşı konu alıyor. Islahevlerindeki bu çocuklar, çeteler tarafınca kabahat işlenmeye zorlanıyor ve masumiyetlerini oldukca genç yaşta kaybederek yaşamın ve düzenin acımasızlığında kayboluyorlar.

Film, bu ağlatısal sosyolojik sıkıntıyı bu çocuklardan en küçüğü olan Pixote’nin nazar penceresinden konu alıyor ve hemen hemen 10 yaşlarında olan Pixote için yaşam, ömür ve sağ kalmanın her geçen gün ne kadar korkunçlaştığı ve vahşileştiğini gözler önüne seriyor. Film, çeşitli sahnelerinde çocuklar olduğundan dolayı son derece rahatsız edici bir durum alabiliyor sadece Brezilya ve gerçeklerini çarpıcı bir gerçekçilikle yansıtıyor.

Filmimizde yer edinen tüm evlatların hakkaten sokak evlatları olması da, her bakışı, her surat , sima ,çehre ifadesini daha gerçekçi kılıyor. Babenco’nun evlatları yönetme ve duyguları göstermedeki başarısı da Pixote’yi oldukca çarpıcı bir film yapıyor.

Eastern Promises (David Cronenberg, 2007)

Kült direktör David Cronenberg imzalı Easteren Promises, klasik bir gangster filminden beklenen her şeyi seyircilere fazlasıyla veriyor; zirveye tırmanmak isteyen bir gangster, sevgi, kan, sadakat ve ihanet. Doğum esnasında ölen 14 yaşındaki Rus bir kızın günlüğünü gören hemşire Anna, öksüz evladı ailesine kavuşturmak için çıkmış olduğu yolculukta kendini şiddetli ve kuralsız bir gezegenimizin içinde buluyor.

Londra’da geçen ve Rus mafyası Vory V Zakone’nin dinamiklerini, kurallarını masalsı bir halde özetleyen film, alışık olduğumuz mafya hikayelerini seçenek kıvrımlar ve sürprizler ile birleştirerek izlemesi oldukca keyifli ve sürükleyici bir öykü meydana getiriyor. Bilhassa Vory V Zakone’nin kendine özgü ritüelleri ve kuralları oldukca alaka çekici.

Branded To Kill (Seijun Suzuki, 1967)

Zamanının oldukca ötesinde bir film. O şekilde ki direktör Seijun Suzuki filmi tamamlayıp yapımcı stüdyoya teslim etmiş olduğu süre filmin oldukca anlam ifade etmeyen olduğu ve para israfı olduğu görüşleri neticesi stüdyodan kovulmuş ve filmi seyirciler ile buluşturabilmesi için seneler devam eden bir dava kazanması gerekmiştir.

Kabahat filmleri içinde kim bilir en örneksiz film olan Branded To Kill, Suzuki’nin ehil işi montajları, çekim teknikleri , monokrom çekimler ve mükemmel müzikleri ile Yakuza dünyasını gerçek ve sürreal içinde çok büyük bir ifade ile aktarmıştır. Filmin anne karakteri Hanada Yakuza içindeki üç numaralı kiralık katildir ve en büyük imgesel bir numara olmaktır. Yanlış giden bir iş neticesi yaşamının merkezine koyduğu imgesel olanaksız hale erişince, Hanada’nın yaşamı ve kişiliği gerçek dışı, anlam ifade etmeyen ve absürt bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür.

Suzuki gerçek ve fantastik, absürt ve dikkat edilmesi gereken şeklinde tezatları kullanarak hakkaten olağan üstü bir atmosfer yakalamış, filmin her anını gerilmiş fakat bir o denli da keyifli olmasını elde etmiştir. Branded To Kill minimum bütün öteki Japon filmleri kadar Japon’dur, sadece Yakuza filmlerinin tüm dogmalarını, kurallarını kırarak klasikle hiçbir alakası olmadığını gösterir. Suzuki’nin sinematik felsefesi de budur. “ehemiyetli olan bir şeyler oluşturmak değildir, mühim olan onları yıkan güçtür” der Suzuki. Fransız Yeni Dalga’dan son derece etkilenmiş olan Suzuki Branded To Kill filmi ile de bu sözüne sağdık kalır.

Film tam bir Yakuza filmidir, sadece türün gerektirdiği her şeyi yıkarak başka bir seviyeye ulaşır. Hanada’nın haşlanmış pirinç fetişi (kendisi haşlanmış pirinç koklamadan sevişemez bile), cartoon filmleri aratmayan öldürme teknikleri ve hemen hemen bir Luis Bunuel filmi kadar sürreal olan ikinci yarı filmi ayrıştıran etmenlerden bazılarıdır. Quentin Tarantino, Jim Jarmusch şeklinde yürekli ve yenilikçi yönetmenlerin favori filmlerinden kabul edilen Branded To Kill beyazperde dogmalarına bir kafa kaldırıştır adeta.

Tokyo Drifter (Seijun Suzuki, 1966)

Seijun Suzuki bu listede iki filmine yer verdiğim tek direktör, şundan dolayı bence kendisi beyazperde tarihinde hak etmiş olduğu kıymeti görmemiş ustalardan birisi. Suzuki kariyerinin çoğunluğunu Nikkatsu isminde stüdyo için b-tipi Yakuza filmleri uygulayarak geçirmiş bir direktör. Sadece enerjisi, yaratıcılığı ve seçimi bu filmlerinin kalıplarını son derece aşan Suzuki, her çekmiş olduğu filmle bu kalıpları yavaş yavaş kırmış ve kendi tarzının sınırlandırılamayacağını göstermiştir. Branded To Kill belirttiğimiz şeklinde onun kafa kaldırışıdır, fakat Tokyo Drifter’da onun manifestosudur.

Tokyo Drifter, “Anka Kuşu” lakaplı Tetsu isminde bir gangsterin hikayesidir. Canından oldukca kıymet verdiği patronu ve kendisinin özgürlüğü için rakip çetelere karşı çıkmış olduğu yolculuğa çıkan Tetsu, bir an bile ideallerinden ve görevinden vazgeçip süphe duymaz. Sadece işin sonunda Tetsu, oldukca sevilmiş olduğu patronu tarafınca ihanete uğrayacak ve oldukca sevilmiş olduğu bayanı iç her şeyi terk edip bir gezgin(drifter) oluş zorunda kalacaktır. Tetsu’nun hikayesi Suzuki için kişiseldir.

Şundan dolayı kendisi de yıllarını verdiği, 40 film çekmiş olduğu stüdyo tarafınca sınırlandırılmış, kıymet görmemiştir ve bilmektedir ki kendi artistik vizyonunu sınırlamazsa ihanete uğrayacaktır. Suzuki başına geleceklerinin bilincinde Tokyo Drifter’da görsel sanatsallığını zirveye çıkarmış, renkler ve kontrastlar üstünden görsel bir senfoni oluşturmuş ve Branded To Kill ile sonuçlanacak olan isyanına adım atmıştır. Sonuçlar ise kendisi için ağar olmuştur, 10 seneyi aşkın bir süre beyazperde sektöründen sürgün edilmiştir. Tetsu sevgilisinden kopartılırken, Suzuki de kendi aşkı olan beyaz perdeden kopartılmıştır.

Sadece tıpkı Tetsu’nun lakabı şeklinde, seneler sonrasında bir anka kuşu şeklinde küllerinden dünyaya gelen, tam olmasa da hak etmiş olduğu övgüye kavuşmuştur. Beyaz perdede yaratıcılığın, kendini ifade etmenin sınırsızlığına inanan her insanın izlemesi ihtiyaç duyulan bir ad Seijun Suzuki.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ