2009’un Dikkat Çeken Bağımsız Filmleri

2009’un Dikkat Çeken Bağımsız Filmleri
2009, beyaz perde için büyülü bir yıldı. “Inglorious Basterds”, “Up”, “Avatar”, “Zombieland”, “Watchmen” benzer biçimde büyük yapım şirketleri tarafınca çekilen filmlerin yanında ayrıca Amerikan bağımsız ve dünya sineması da en güzel örneklerini bu senede verdi. “De Helaasheid Der Dingen” (The Misfortunates), “Ink”, “El secreto de sus ojos” (The Secret In Their Eyes), “Nothing Personal”, “In the Loop”, “Gordos” ve daha benzeri pek oldukca başarıya ulaşmış esere sahne oldu.
Bu senede pek oldukca ehil direktör de kariyerlerinin dikkat çeken filmlerine imza attı. Jim Jarmusch, “The Limits of Control”; Tom Ford, “A Single Man”; Todd Solondz, “Life During Wartime”; Gaspar Noe, “Enter the Void”, Coen Kardeşlerin “A Serious Man”; Jane Campion “Bright Yıldız”, Lone Scherfig Peter Sarsgaard ve Carey Mulligan’ın başrollerini paylaşmış olduğu “An Education”; Nicolas Winding Refn ise Tom Hardy’nin unutulmaz performansıyla hatırlanan “Bronson” filmlerini 2009’da çekti.
2009 benzer biçimde ülkemiz için de son derece verimli bir sene oldu. Nesli Çölgeçen imzalı “Denizden Gelen”; Taylan Biraderler’in senaristliği Engin Iyi sabahlar’a ilişik filmleri “Vavien”; Kurtuluş Erdem‘in mucizeler yaratan bir hırsızın öyküsünü anlattığı filmi “Kosmos”, Umut Ünal’ın Hasan Ali Toptaş’ın benzer adlı romanından uyarladığı “Gölgesizler”; Mahmut Fazıl Coşkun’un filmi “Irak İhtimal” 2009’un dikkat çeken filmlerinden yalnızca birkaçı.
herdembilgiler olarak 2009 senesine damga vurmuş 10 filmden meydana gelen bir sıralama hazırladık.
Kynodontas (Dogtooth / Köpek Dişi)

Yunan sinemasının çeşit şahsına münhasır yönetmeni Yorgos Lanthimos’a internasyonal tanınırlık kazandıran ikinci uzun metrajlı filmi ‘Dogtooth’ kent haricinde izole şartlarda yaşayan anne, baba ve erişkinlik çağındaki üç evladı merkezine alıyor. Çocuklarına, tehlikeli olduğu sebebi öne sürülerek evden ayrılmalarını yasaklayan babaları, onlara dışarı güveni içinde çıkmalarının tek yolunun köpek dişlerinin düşmesi bulunduğunu söyler.
Lanthimos, toplumdan izole insanları veya izole toplumlardaki insanı anlattığı hikayeleriyle, insan içgüdüsü ve toplumsal değerler arasındaki çatışmayı zaman zaman keşfe çıkıyor. ‘Dogtooth’ da bu gezilerden ikincisidir. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren film, Toronto Internasyonal Film Festivali başta oluş suretiyle pek oldukca festivalde yayınlandı. Eleştirmenler tarafınca övgüyle karşılanan Dogtooth’un en büyük fanatiklerinden birisi filmi “bir fantastik güldürü” olarak nitelendiren David Lynch’ti.
The Road (Yol)

Cormac McCarthy’nin benzer adlı romanından uyarlanan “The Road”, kıyamet sonrası bir gezegende hayatta kalma savaşı veren bir baba ve oğlun yolculuğunu konu alıyor. Sebebi bilinmeyen bir felaketin peşinden, dünya üstündeki hayvan ve nebat türlerinin bir çok yok olur. Bu vaziyet insanoğlu içinde toplu intiharların yaşanmasına, hayatta kalmayı seçenler ise yaşamlarını toplayıcılık ve yamyamlık ile sürdürmektedir.
Eşinin intihar etmesinin peşinden oğluyla ülkenin güneyine gitmeye kabul eden bir baba için açlık, sıkıntılı hava koşulları ve haydutlarla başa çıkmak zorunda kalacağı bu seyahat pek basit olmayacaktır. İlk olarak Venedik Internasyonal Film Festivali’nde gösterilen ‘The Road’, senenin en mühim filmlerinden birisi olarak görüldü.
Placebo, Depeche Mode başta oluş suretiyle pek oldukca müzisyen ve grup için çekmiş olduğu kliplerle tanınan John Hillcoat’un, festival gözdesi ‘The Proposition’dan dört sene sonrasında yönettiği ‘The Road’, gerek Viggo Mortensen’ın başarıya ulaşmış performansı gerekse gerçekçi atmosferiyle kıyamet sonrası filmler içinde hususi bir yere haiz.
Moon (Ay)

Duncan Jones’un ilk uzun metrajlı filmi olan “Moon”, senenin öne çıkan bir öteki yapımı. Enerji krizinin patlak vermesinin peşinden internasyonal Lunar Industries Ltd. şirketi seçenek bir enerji deposu bulur.
Güneşten yayılan ve aydaki kayalıklarda istiflenen Helyum-3 maddesini hasat eden şirket bu işlem için ayda bir istasyon kurar. Film, üç senelik kontratla ayda işçi Sam Bell’in görevdeki nihayet iki haftasını anlatır. Hemen hemen üç sene süresince yazışma kurduğu tek şahıs Gerty isminde bir suni zeka robotu olan Sam, emekliliğine iki hafta kala bir ekip tuhaflıklar hissetmeye adım atar.
Evvelinden “Confessions of a Dangerous Mind”, “The Green Mile” benzer biçimde filmlerden tanıdığımız Sam Rockwell’in abartısız ve büyüleyici performansı ile GERTY’yi seslendiren Kevin Spacey’nin benzer anda insanı hem sakinleştiren aynı zamanda tedirgin eden sesi, seyirciye sanki bir tiyatro oyunu izliyormuş hissi veriyor. Dingin ve etkisinde bırakan atmosferiyle dikkat çeken ‘Moon’un insanı sersemleten müzikleri ise ehil besteci Clint Mansell’e ilişik.
District 9 (Yasak Bölge 9)

1982 senesinde Johannesburg’e sığınan uzaylılar, burada 9. Bölge adıyla anılan bir sığınmacı kampına yerleştirilir. Bu süre zarfında uzaylıların ömür şartları ve insanlarla iletişimleri benzer biçimde mevzuları yürütmesi için, MNU (Multi National United – Birleşmiş Çokuluslu Milletler) isminde bir organizasyon kurulur. Film, MNU’da işçi Wikus van de Merwe adındaki alan operasyon şefinin, tekrarlayan bir vazife esnasında temas etmiş olduğu bir biyokimyasal ve yaralanma neticesi uzaylıya dönüşmeye başlaması sonrasında yaşadıklarını mevzu, bahis alır.
Neill Blomkamp’ın ilk uzun metrajlı filmi olan ‘District 9’, sıradışı senaristliği ve teknoloji türüne getirmiş olduğu değişik nazar açısıyla senenin en mühim yapımlarından birisi oldu. Laf konusu ırkı, dünya dışı varlıklar yerine birer sığınmacı olarak resmeden film, teknoloji türünü bir otomobil olarak kullanarak altında göçmenlik, ırkçılık benzer biçimde derin kavramları ele alıyor.
Meşhur teknoloji yazarı H.G Wells’in “Teknoloji hikayelerinin tümünde, ilgiyi diri tutan şey meydana getirilen buluşun kendisi değil, fantastik olmayan öğelerdir.” sözleriyle ifade etmiş olduğu tür geleneğini benimseyen Neill Blomkamp, ortaya yüzyılın en örneksiz filmlerin birini koydu.
Celda 211 (Cell 211 / Hücre 211)

Francisco Pérez Gandu’nun yazdığı “Celda 211” romanından benzer isimle beyaz perdeye uyarlanan film, bir hapishane isyanını merkezine alıyor. Hapishanede gardiyan olarak çalışmaya başlamış olan Juan bigün evvelinde gittiği işinde, bir kaza neticesi bilincini kaybeder. Boş hücrelerden birine götürülen Juan, uyandığında kendini bir isyanın ortasında bulur.
bundan böyle bir mahkum benzer biçimde davranmaktan başka çaresi yoktur. Luis Tosar ve Alberto Ammann’ın çok önemli performanslarıyla göz doldurmuş olduğu “Celda 211”, heyecan dolu müziklerinin de etkisiyle diken üzerinde izlenen bir yapım. Filmin bu denli gerçekçi olmasındaki en mühim nedenlerden birisi şüphesiz direktör Daniel Monzón’un filmi gerçek bir hapishanede gerçek mahkumlarla çekmiş olmasıdır.
Filmimizde oyuncularla mahkumlar arasındaki zıtlığı isyanı inandırıcı hale getirmekte kullanan Monzón, ortaya sekiz Goya ödüllü bir kafa eser çıkardı.
Madeo (Mother / Anne)

Bong Joon Ho‘nun dördüncü uzun metrajlı filmi olan “Madeo”, bir katliam soruşturmasının kafa şüphelisi olan zihinsel engelli oğlunun suçsuzluğunu kanıtlamaya işçi bir anneye odaklanıyor.
Kim Hye-ja ile Won Bin’in muhteşem oyunculuklarıyla göz doldurmuş olduğu “Madeo”, annelik terimine ve anne olmanın neleri gerektirebileceğine dair katmanlı ve zorlayıcı bir görüş açısı sağlıyor. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Nazar” bölümünde gerçekleştiren film, Los Angeles, Boston, San Fransisco, Toronto Film Eleştirmenleri Ödülleri başta oluş suretiyle pek oldukca ödülün sahibi oldu.
Bong Joon Ho “Madeo”yla, öteki filmlerindeki benzer biçimde hüzün, ürkütücü, güldürü, kabahat ve merak uyandırıcı türlerini bir araya getirerek janr sinemasına unutulmaz bir yapıt kazandırdı. Senaristliğini Park Eun Kyo ile beraber kaleme alan Bong Joon Ho, filmin fikrini 2006 tarihindeki “Gwoemul”dan evvel geliştirirken, sinopsisini ise başrol oyuncusu Kim Hye Ja ile tanıştığı sıralarda yazmış.
Mr. Nobody (Bay Hiçkimse)

“Toto le héros” ve “Le huitième jour” filmlerinden bildiğimiz Jaco van Dormael’in 13 senenin peşinden yazdığı ve yönettiği “Mr. Nobody”, kaos teorisi, güvercin hurafesi, kelebek tesiri, uzay-zaman sürekliliği benzer biçimde bilimsel buluşlardan esinlenerek kaleme alınmış deneysel bir fantastik, bilimkurgu draması. Sene 2092… İnsanlık, kromozom uçlarının devamlı yenilenmesini elde eden teknolojik gelişmeler neticesi ölümsüzlük kazanmıştır.
Hikayenin merkezindeki Némo Nobody (Hiçkimse), 117 yaşındadır ve gezegende kalmış nihayet ölümlü kişidir. Ölüm döşeğinde olan Bay Hiçkimse, hipnoz altındayken yaşamış olabileceği üç değişik yaşamı gözden geçirip yaşamı süresince doğru tercihler yapmış olup yapmadığına karar vermeye çalışacaktır. Jaco van Dormael’in,
“Kuşkurekli,devamlı hakkında bir film bu… Fakat yanılıyor olabilirim. Aslen seçimler hakkında bir film. Seçimlerimizde tesadüfün oranı nedir? Niçin bir şeyi diğerine tercih ederiz? Hayatlarımızı olduğu benzer biçimde icra eden şey nedir? Seçimlerin ve bilincinde olmadığımız minik sebeplerin etkileşimlerinin bunda oranı nedir?”
benzer biçimde büyük sorulara yanıt aradığını söylediği “Mr. Nobody”, felsefi temellere haiz bir film. Buddy Holly’den Eurythmics’e, Erik Satie’den Hans Zimmer’a ehil müzisyenlerin elinden çıkan etkisinde bırakan müzikleri ve 20. ve 21. yüzyıllarda değişik dönemlerde geçen gerçekçi atmosferleriyle Mr. Nobody, 2009 yılının öne çıkan yapımlarından.
Un prophète (A Prophet / Yeraltı Peygamberi)

Bir hapishane draması daha. ehil direktör Jacques Audiard’ın yönettiği “A Prophet”, Fransa’da hapishaneye gönderilen Cezayir asıllı bir gencin bir çaylaktan mafya liderine dönüşmesinin öyküsünü konu alıyor. 19 yaşındaki Malik El Djebena, polise hücum suçundan altı sene hapis cezası alır. Korsikalı gangsterler ile müslümanların kontrolü altında olan bir hapishaneye gönderilen Malik, ne okuma ne yazma bilmektedir.
Kendine verilen görevleri yerine getirmeye başlamış olan Malik, bu süreçte kendini geliştirecek ve zaman içinde nüfuz sahibi olmaya başlayacaktır. Başrollerinde Tahar Rahim, Niels Arestrup ile Adel Bencherif’in yer almış olduğu “A Prophet”, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştirmiş oldu. Bu festivalde kazanılmış olduğu “Büyük seçici kurul Ödülü”nün yanında ayrıca Fransa’nın en prestijli ödülleri olan César Ödülleri’nde “En İyi Film” ve “En İyi Direktör” iç toplam 9 dalda ödüle layık görüldü.
Audiard’ın hakkında “Fransa’da yaşayan Araplar benzer biçimde filmlerde oldukca çok gösterilmeyen insanoğlu için ikonlar ve görüntüler yaratmaya çalıştım. Sadece topluma dair haiz olduğum vizyonun filmle hiçbir alakası yok. Film bir bütün olarak kurgusal.” söylediği “A Prophet”, yırtıcı sadece bir o denli da alaka çekici bir heyecan.
J’ai tué ma mère (I Killed My Mother / Annemi Öldürdüm)

Xavier Dolan’ın yönetmenlik, senaryo ve yapımcılığını üstlendiği ilk film olan “I Killed My Mother”, annesine tahammül edemeyen 17 yaşındaki Hubert’in öyküsünü konu alıyor. Anası Chantale ilişkili her şeyden hoşnutsuz olan Hubert, onun yönlendirmelerinden ve ona roller biçmesinden bıkmıştır. Hubert sevgi ve nefret içinde gidip gelen bu birlikteliğin getirmiş olduğu karmaşanın yanı sra arkadaşlık, sanat ve seksi keşfetmeye çalışmakta.
Dolan’ın yarı otobiyografik filmi olan “I Killed My Mother”, Cannes Film Festivali’nden toplam üç ödülle döndü. Direktör Xavier Dolan’ın hakkında
“Annemi Öldürdüm yaşamın bizlere verdiği rollerle ilgili bir önerme. Yaşamın, bu rolleri üstlenmeye engel olamadığınız belli bir dönemiyle (ergenliğin sonu, yetişkinliğin ilk evresi) ilgili bir anlatı. Öyleki bir noktaya geliyorsunuz ki bu mevzuda bir şey yapamıyorsunuz. Bu anlamda, bu bir ergenlikten çıkış hikâyesi. Hem de bir kimlik arayışı, fakat Hubert kendini aramış olduğu için değil. O kim bulunduğunu biliyor ve kişiliği her gün gelişiyor.”
açıklamasını yapmış olduğu filmin başrolünde de içeriyor.
Das Weisse Band (The White Ribbon / Ak Bant)

Michael Haneke’nin yazdığı ve yönettiği “Das Wisse Band”, Temmuz 1913’ten Ağustos 1914’e (Birinci Dünya Savaşı başlamadan birkaç gün öncesine) kadar geçen zamanda, Almanya’nın kuzeyindeki minik bir Protestan köyünde gerçekleşen esrarengiz vakaları konu alıyor.
Bu minik ve garip köyde, görünmez kazalar, aile içi vahşet, ortadan kaybolmalar başta oluş suretiyle bir takım garip vaka gerçekleşir. Birinci Dünya Savaşı öncesini özetleyen film, 20 sene sonrasında Nazi Almanyasını yükseltecek neslin nasıl bir çocukluk yaşadığını göstererek eğitim anlayışını ve faşizmin zihinlerdeki oluşumunu sorguluyor. “Das Weisse Band”ın siyasal veya dini, her yönden terörizmin kökenlerini ortaya koyduğunu ifade eden Michael Haneke, filmi niçin kara ak olarak çektiğini şu sözlerle açıklıyor: “çoğunlukla eski dönem filmleri izlediğimde, hikâyenin doğru bulunduğunu bilmeme karşın inanmakta zorlanıyorum.
Bunun sebebi; görsel hafızamda bu zamanların gerek mevcud videolar, gerekse resimlerden dolayı zihnimde kara ak ile ilişkilendirilmiş olması. başka biçimde düş etmem nasıl mümkün olabilir? bundan farklı olarak kara beyazı seviyorum ve bu fırsatı bir niçin olduğu vakit kaçırmam.” 62. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’nin sahibi olan “Das Weisse Band”, ehil direktör Michael Haneke’nin en mühim yapıtlarından birisi.
Yapım öncesi sürecin on seneden çok sürdüğü film, öncelikli olarak Avusturya’daki bir kanal için mini sıra olarak tasarlanmış sadece hiçbir ortak yapımcı buluamadığı için proje o dönem askıya alınmış.